Sohbetleri

Abdulkadir Geylani Hz.

ABDULKADİR-İ GEYLANİ HAZRETLERİNİN KADEMİ

Abdulkadir Geylani Hazretleri bazen dağlara ,ovalara giderdi. Dağlarda öyle cezbe halleri gelirdi ki, Allah (c.c.) Hazretlerine olan sevgisinden dolayı;

-Aman Ya Rabbi! Sen yedirmeyince asla bir şey yemiyeceğim deyince, Hızır (a.s.) O'na süt getirir;

-İç der,

-İçmem dese de, sonunda Hızır (a.s.) O'na sütünü içirir ve O'na hizmetçi olurdu.

Abdulkadir Geylani Hazretleri, Üstadın irşadı ve bu zikrullah ile seyr-i sulukunu tamamlar ve Üstadı der ki;

Evladım vaaz et!

Abdulkadir Geylani Hazretleri;

-Haya ederim yapamam der.

O dönemin büyük Velilerinden Ebul Vefa Hazretleri, Abdulkadir Geylani Hazretleri' nin haya ettiğini manen bilir. Meczubundan bir derviş gönderir;

-Gidin Abdulkadir'i bu camiye çağırın deyip büyük Ulu Camiye gelmesini söyler. Cuma günüdür, ezanı Muhammedi okunmuştur. Abdulkadir Geylani Hazretlerine;

-Sen kalk bakayım ayağa, bu camiyi terk et, deyince Abdulkadir Geylani Hazretleri, boynunu büker camiyi terk eder ama biraz sonra tekrar gelip oturur. Ebul Vefa Hazretleri tekrar;

-Ey cemaat! Şu genç camiyi terk etsin, der. Mübarek Abdulkadir Geylani Hazretleri bir daha gider. Biraz sonra tekrar gelir oturur. Bir daha kovulur. O yine gelir oturur.

Ebul Vefa Hazretleri ise;

-Ey nas, Ey cemaat! Bu genci iyi tanıyın. Sizin dikkatinizi çekeyim diye böyle yaptım. Bu genci şöyle tarif edeyim; bir horoz ömrü boyunca öter, ecel gelince biter ama bu Abdulkadir' in horozu Kıyamete kadar ötecek, asla kesilmeyecek. Bunu iyi bilin, bu zamanın kutbu, cihan sultanıdır.Kıyamete kadar dergahı devam edecek zattır. İyi tanıyın. Üç sefer kovdum, üç sefer de geri geldi, deyip Abdulkadir Geylani Hazretlerine manen;

-Hadi Evladım vaaz yap, der.

O anda Resulullah (s.a.v.) Hazretleri de rabıtasına gelir;

Ey gözümün nuru Abdulkadir, ümmetimi irşat et, buyurur.

Abdulkadir Geylani Hazretleri;

-Ya Resulullah (s.a.v.) , çok alimler, abidler, şeyhler var , ben haya ederim diye cevap verir.

Resulullah (s.a.v.) tekrar;

-Evladım çıkacaksın kürsüye.Cuma günü vaaz et , diye buyurunca edebinden itiraz edemez.

Daha sonra olanları Abdulkadir Geylani Hazretleri şöyle anlatıyor;

-Cuma günü Bağdat' ta bulunan Ulu cami' de kürsüye çıktım. Halka bir baktım; kavuklu kavuklu bütün alimler, abidler, zahidler, evliyalar dolu. Bir haya geldi, bir edep geldi. Gözümü yumdum, o anda , Rabıtama Aliyel Murtaza Hazretleri geldi.

Bana :

-Ey Abdulkadir! Gözümün nuru evladım ağzını aç, dedi.

Ağzımı açtım, mübarek tükürüğünden ağzıma bir parça geldi. Yutar yutmaz on sekiz bin alemin keşfi bana derhal belli oldu ve tesirinden vaaz etmeye başladım.

Allah'ın Resulü (s.a.v.) de;

-Ya Abdulkadir! Benim Kademim, senin omuzunda, senin Kademin Kıyamete kadar gelecek Veliyullah'ın, Allah (c.c.) Dostu insanların omuzundadır, buyurur.

Bütün Veliler de O' na boyun eğerler ve;

"Saddak Ya Abdulkadir Geylani, Saddak Aziz Hazretleri" derler. Ancak bir tanesi reddeder. Bunun üzerine Abdulkadir Geylani Hazretleri; -"Beni kabul etmeyenin omzuna hınzır ayağı değer, buyurur.

O şeyh dergahtan dışarı çıkar, aklına derhal şehvani bir arzu gelir. Dışarıda bir rum kızı görür, aşık olur ona ve der ki;

Gözlerin yay gibi, kaşların ay gibi, sana aşık oldum diyerek peşine takılır.

Kız bakar, adam ihtiyar. Başında da sarık, seslenmez, doğru kiliseye gelir. Papazlar;

-Ne yapıyorsun sen, derler.

Rum kızı;

-Aman bu şeyh ardım sıra takıldı, peşimi bırakmıyor diye cevap verir.

Papazlar da tanır şeyhi. Kızın babası da papazdır, diğer papazlara;

-Aman durun seslenmeyelim. Bu şeyhin altı bin kadar seveni var. Buna seslenmeyelim ki yanındaki sevenleri dağılsın, böylece bizim dinimiz biraz daha kuvvetlenir, deyip şeyhi yanlarına çağırırlar.

-Gel bakalım sen ne istiyorsun? Diye sorarlar.

-Aman ben bu kıza aşık oldum, diye cevap verir şeyh.

-Peki o zaman ne istersek onu yapıcaksın derler ve ona gütmesi için hınzırları verirler. Hiç itiraz etmeden bir ay kadar hınzır güder. Kıza bakar bakar ağlar.Yetiştirdiği talebelerse onu bırakmazlar. "Bu şeyhtir" diyerek ağlaşırlar. Yirmi beş kadar dervişi Bağdat' a Abdulkadir Geylani Hazretlerine gelipte;

-Efendim! Bizim şeyhimiz vardı; Şeyh Sanem. Şimdi hınzır güdüyor. Arkadaşların bir kısmı dağıldı, fitne fesat oldu, ne yapacağız? Bize bir himmet buyur, deyince mübarek şöyle bir Rabıta yapar;

-Haaa! Biz falan sene, falan yerde vaaz ederken o bize, 'Ey tıfıl senin ayağın benim omuzuma gelemez, sen kimsin ki bize kafa tuttun' demişti.

Bizde 'Bizim ayağımız gelmezse hınzırın ayağına gelir' dedik. Şimdi aşağıda bir dere var orda gusül abdesti alın, halaka kurun. "Estağfurullah" deyin. Allah' ı (c.c.) güzelce zikredin, Salavatı şerife getirin, Tevhid okuyun, Lafza-ı Celal okuyun, "Hak" esmasına gelince İNŞALLAH aklı başına gelir der.

-Peki Efendim! Himmet buyurun derler. Bu fedakâr, bu aşık, bu meczup dervişler Şam' a varırlar. Şeyh Sanem' in hınzır güttüğü alanın alt tarafındaki dereye gidip abdestlerini alıp, Zikrullaha başlarlar. Salavat-ı Şerife getirirler, Kelime-i Tevhid, Lafza-i Celal, Hu esmasını okurlar. Hak esmasını zikrederlerken, Şeyh'in güttüğü hınzırlardan birinin ayağına diken batar, yanında ki papaz;

-Ey Sanem! Hayvan topallıyor, ayağına diken batmış. Hayvanı omuzuna al da götür, der.

Şeyhin gözü kararmış o kızın aşkından;

-Peki Efendim, deyip hınzırı alır. Omzuna aldığı anda aklına Abdulkadir Geylani Hazretlerine söylediği söz gelir;

-'Ey tıfıl senin ayağın benim omuzuma gelemez dedin, işte o senin benliğin seni bu hale getirdi, der. Ağlamaya başlar, ardından hemen tövbe eder.

MANEVİ YOLCULUK

Dersleri çekerken, hergün, farklı farklı haller ve değişik rüyalar görüyordum. Bunun yanında bazı acayip haller meydana geliyordu.

Bir defasında; camide namaz kılarken, herkesin secde edeceği yerden alınlarına doğru birer kazık çıkıyor gördüm. Alnımıza batmasın diye secdeye varamıyorlardı. Ben de, “Ne olursa olsun, secdede kazıklar alnıma batarsa batsın”, diyerek secdeye varıyordum, ama hiçbir şey olmuyordu. Benimle birlikte bir de Hoca Efendinin alnına birşey olmuyordu. Bazen herkesin önünde, tavşanların önüne konan yonca demetleri oluyordu. Müezzin; “Sübhanallah” dediği zaman, herkes uyuyor. Hoca Efendi, müezzin, bir de ben uyumuyorduk. Bazıları da para düşünüyorlardı. Ara sıra bir rüzgâr esiyor, yan tarafımdan geliyor, çekiliyorum, arka tarafımdan geliyordu. Bu sırada namaz kılarken, elimi bağladığımda, “Allah” dediğim zaman, ahenkle sallanıyordum. Benim bu şekilde sallanmamdan rahatsız olan müezzin;

─ Abdullah Efendi sende bir hal var, bazen kıbleyi kaçırıyorsun, kalbine hâkim ol, dedi. Ben de müezzine:

─ Ben farkında değilim. Öyleyse kimse görmesin. Arkada namaz kılayım, dedim. Cemaatin arkasında, namaz kılmaya başladım, namaz sonunda Cenabı Allah’a şöyle dua ettim:

“Ya Rabbi, herkes abdestini aldı, sana geldi, sana secde ediyorlar. Bunları umduklarına nail et, korktuklarından hıfzı muhafaza eyle, bunların duasını kabul eyle” dedim.

Namaza gelenlerin ayaklarından çıkan tozları burnuma çeker, (iman edenlerin, namaz kılanların tozu burnuma girsin) derdim. Çünkü o dönemlerde namaz kılan insan pek azdı. Bir bekçi namaz kılarsa; devlet adamı namaz kılıyor, diye sevinirdik. Kur’an okuyanların hapse atıldığı, Kur’an-ı Kerimlerin kabristana gömüldüğü, kadınların başlarının zorla açıldığı ve Müslümanlara eziyet edildiği bir dönemdi. Hatta ezanı dahi okutmuyorlardı.

Efendi Hazretleri 26 yaşına gelmişti, yaşamış olduğu manevi halleri kimseye anlatamıyordu. Anlatsa da kendisine; “Sen kafayı bozmuşsun, tarikat senin neyine” diye çıkışıyorlardı.

Bir gün hafız-ı kurra olan, muhterem bir hoca Efendiye gördüklerimi anlattım.

Hoca Efendi:

─ Evladım Abdullah, ben de tarikata bağlıyım. Bize küçükken anlatırlardı. Bu gördüklerine hal derler. Benim sırtımda semer görüyor musun?, dedi.

Ben de:

─ Hayır, hocam seni iyi görüyorum, dedim.

Hoca Efendi:

─ Bu durumunu anlatmak için, illaki şeyhine gitmen lazım, dedi.

Ben de:

─ Hocam, ben hem Çorumlu Hacı Mustafa Efendi’den, hem de Aksaraylı Hacı Ahmet Baba’dan ders aldım, dedim.

Hoca Efendi:

─ Aksaray daha yakın, sen Aksaray’a git, dedi. Daha sonra bir akrabam ile Aksaray’a gittik. Hacı Ahmet Babanın yerine geçen oğlu İzzet Efendinin yanına vardık. O gün İzzet Efendinin mahkemesi varmış. Davacı olan adamlara kızıyor, küfürler savuruyor ve olmadık hakaretler ediyordu. Hayretler içerisine düştüm. Akrabam Raşit Dayı’ya dönerek:

─ Bu adam mı şeyh? Ağzından çıkandan haberi olmayan bir kimse benim bu halimi nasıl halletsin? dedim. Raşit Dayı bana;‘Sus, sus’, diye işaret yaptı. Bir müddet sonra İzzet Efendi bize;

─ Buyurun, dedi. Raşit dayı:

─ Bu genç, benim halazadem olur. Annesi; Ahmet Babanın zakiriydi. Sana bir mesele danışacak, dedi. İzzet Efendi:

─ Şöyle otur, dedi.

Bu arada davalı olduğu kimselere; ‘dinsiz, imansız, kitapsız’ gibi sözler sarf ediyordu. Artık tahammül edemedim ve ayağa kalktım. Bu sırada İzzet Efendi bana:

─ Evladım neydi senin soracağın? dedi.

─ Ben dersimi iade ediyorum. Kendime bir Mürşid-i Kamil arayacağım. Sen de bir Mürşid-i Kamil arasan iyi olur, dedim. Hiddetli bir şekilde;

─ Sen ne demek istiyorsun? dedi.

Raşit dayı ile beraber oradan çıktık ve doğruca Nevşehir’e geldik.

Muhammed Bilal Nadir Hazretleri

Muhammed Bilal Nadir Hz.leri, Gaziantep İli’nin, İslâhiye İlçesinde o günkü ismiyle Erikli Belen Köyünde, 1895 yılında dünyaya şeref vermişlerdir. Bilal Nadir Hz.lerinin babası Abdullah Efendi zengin ve eşraftan bir zât idi.

Abdullah Efendinin önceki hanımından çocuğu olmadığı için tekrar evlenmiş, ondan da çocuğu olmamıştır. Abdullah Efendi bunun üzerine, Allah-u Teâlâ’ya, kendisine hayırlı bir evlat vermesi için dualar eder, koyunlar kestirir, fakir fukaraya dağıtırmış. Hayır ve hasenatta bulunurmuş. Nihayet Hak Teâlâ ilk hanımından bir erkek evlat vermiştir. Abdullah Efendi devrin âlimlerine çocuğun ismini koymak için müracaat etmiş. Zamanın âlimleri, nur yumağı olan bu yavruya, Peygamberimizin ve onun şerefli müezzini Bilal-i Habeşi Hazretleri’nin ismini vermeyi uygun görmüştür. Böylece “Muhammed Bilal” ismi verilmiştir.

Abdullah Efendi, oğlunun iyi bir eğitim görmesini istemiştir. Bunun içinde kendisi yaylada kalmasına rağmen, kış günlerinde oğlunu atına bindirip, köy imamından Kur-an eğitimi alması için köye götürmüş ve çocuğunun eğitimi ile yakından ilgilenmiştir. Nuru cihanı aydınlatacak olan Muhammed Bilal; küçük yaşta Kur’an-ı Kerim’i öğrenmiş ve on beş yaşına geldiğinde, babası Abdullah Efendi’yi kaybetmiştir. Artık evin geçimi kendi üzerine kalmıştır. Tüccarlık, çerçicilik, çiftçilik gibi çeşitli mesleklerde çalışarak büyük bir gayretle dünya hayatını kazanırken, öte yandan da içinde oluşan kemalat arzusu sebebi ile derin tefekkürlere dalmakta, bunun için, kendisini Hakk’ a vasıl edecek kâmil bir şeyh aramaktadır. Gaziantep’e, Kahramanmaraş’a ve daha birçok illerdeki şeyhlere gider. Kalbini mutmain edici bir şeyh bulamaz. Nihayet terki dünya etmiş ve aynı gayeyle yola çıkmış Sivaslı Osman Efendi isminde bir dervişle karşılaşır. Birlikte yola düşerek kendilerini matluba eriştirecek kâmil bir şeyh bulmak için Suriye’ye, Şam’a, Halep’e, Bağdat’a giderler. Fakat oralarda da uygun vasıfta kâmil birini bulamazlar. En son Hulefa-i Kadir-iden Şeyh Hafız Ali Efendi’ye gider.

O büyük zât Bilal Nadir-i Hazretlerine:

“Evladım Bilal, senin maneviyatın Veysel Karani Hazretlerine benziyor, maneviyatını ben tartamıyorum” der.

Artık, bundan sonra Muhammed Bilal Nadir-i (ks) Hazretleri sürekli olarak, Antep de bulunan Hz. Peygamber (sav)’in güzide ashabı ve sancaktarı Ukkaşe (ra) Hazretlerinin türbesine gider. Vaktinin büyük bir kısmını, Ukkaşe (ra) Hazretlerinin yanında zikir, ibadet ve tefekkür ile geçirir, sürekli gözyaşı döker.

Ukkaşe (ra) Hazretleri

Cennet ehlinden olmak için Hz. Peygamberden dua isteyen Ukkaşe (ra) Hz.leri; Ashabı kiramın büyüklerinden ve bedir ashabındandır. Fazilet erbabı olup yaradılışı, ahlakı ve huyu çok güzeldi. Medine muhacirlerinden olup, çok meşakkatler çeken sahabelerdendir. Ukkaşe (ra) Hz.leri Peygamber (sav) Efendimizin üç sancaktarından biriydi. Harbe gidilirken atlı birliklerin, okçu birliklerin ve yaya olan birliklerin sancağı ayrı ayrı olurdu. Yaya birliklerinin sancağını Ukkaşe (ra) taşırdı. Hz.Ukkaşe (ra) İle İlgili Hz. Peygamberin (sav) Bir Mucizesi Rasulullah(sav) Efendimizin yanında, Hz. Hamza (ra) ve Hz. Ali (ra) Efendimizin komutasında Bedir savaşına katılmıştır. Bedir savaşı esnasında kılıcı kırılmış. Hz. Peygamber (sav) kırılan kılıcına mukabil ona hurma dalı vermiştir. Peygamberimizin mucizesiyle hurma dalı keskin bir kılıç olmuştur. Daha sonra Uhud, Hendek gibi savaşlara da aynı kılıçla katılmış. Hayatı boyunca büyük zorluklarla karşılaşmış ve yılmadan mücadelesine devam etmiştir. Yaşadığı müddetçe de peygamber mucizesi bu kılıç ile savaşlara katılmıştır. Ebu Hureyre (ra) ve İbni Abbas (ra) , Ukkaşe (ra) hakkında, hadisler rivayet etmişlerdir. Ukkaşe (ra) erkeklerin en güzeli ve ahlaklısı olarak tavsif edilmiştir.

Peygamber (sav) Efendimiz sağlığında iken Ukkaşe (ra)’a “Cennet ehliden” olması için dua etmiştir.

Hz.Ukkaşe(ra)’nin Hz. Peygamber(sav)’in Nübüvvet Mührünü Görmesi ve Öpmesi

İbni Abbas (ra) anlatıyor: Peygamber (sav) Efendimiz “Nasr suresi” nazil olunca vefatının yaklaştığını anladı. Rasulullah dünyadaki son günlerinde idi. Hz.Bilal’e bütün ashabının Mescid-i Nebevi’de toplanmasını emreyledi. Daha sonra iki rekât namaz kıldı ve hutbeye çıkarak şöyle buyurdu;

─ Bugün benim dünyamın sonu ve ahiretimin ilk günüdür. Allah-ü Teâlâ beni dünya ve ahiret arasında muhayyer bıraktı. Ben de ahireti tercih ettim. Ben sizlere Nebi ve nasihat edici idim. Bu vazifeyi kendiliğimden değil, Allah’ın emri ile yerine getirdim. Allah tarafından görevlendirilmiş idim. Şimdi aranızdan ebediyen ayrılıyorum. Bir gün gelecek ki; o gün ana ve baba evladından kaçacak. Boynuzsuz koyun, boynuzlu koyundan hakkını alacak. O gün gelmeden eğer içinizden birine vurdum ise işte buradayım, gelsin benden hakkını alsın, diyerek üç defa tekrar eder.

Bunun üzerine Ukkaşe (ra) Hz.leri ayağa kalkarak:

─ Anam, babam size feda olsun Ya Rasulullah! Üç seferdir and verip “bende hakkı olan varsa gelsin”, buyurdunuz. Böyle ısrar etmeseydiniz, bir talepte bulunmayacaktım. Hâşâ sizden davacı değilim fakat emrinize istinaden buraya geldim. Tebük Seferinden sonra Hazid Muharebesinde benim devem sizin devenizin yakınında idi. Devemden indim. Size yaklaşıp elinizden öpmek istedim. Sırtımı size döndüğüm de; o zaman tevazuunuzdan öpmemi engellemek için, sırtıma kamçı ile vurmuştunuz, der. Bunun üzerine Peygamber (sav) Efendimiz:

─ Sende bana vur kırbacı, buyururlar.

O esnada bütün sahabe gözyaşları içerisinde Ukkaşe’yi caydırmaya çalışmaktadır. Ukkaşe (ra):

─ Ya Rasulullah! Benim üzerimde gömlek yoktu, der. Peygamber (sav) Efendimiz üzerindeki gömleğini çıkarır. Ukkaşe (ra) Hz.leri, Peygamber (sav) Efendimizin iki omuz küreği arasındaki nübüvvet mührünü görür görmez, kendinden geçerek “La ilahe İllallah Muhammedur Rasulullah” deyip gözyaşları arasında mührü öpme şerefine nail olur.

─ Ya Rasulullah! Maksadım hâşâ sizi kamçılamak değil nübüvvet mührünüzü öpebilmekti. Bunun için böyle bir yola başvurdum. Bunun üzerine Cenabı Peygamber (sav) Efendimiz ashabına dönerek:

─ Ehli cennetten birini ve cennetteki komşumu görmek dilerseniz; bu zâta nazar ediniz ve ziyaret ediniz. O’nun nefesinde şifa vardır. Çünkü benim nübüvvet mührümü öptü, buyurur.

Bu hadiseden sonra ashab ve Ehli beytin ona karşı hürmet ve sevgisi daha da arttı. Ukkaşe (ra) Hz.leri Peygamber (sav) Efendimiz vefat ettikten sonra Hz.Ebubekir-i döneminde ordu komutanlığı yapmıştı. O vefat ettikten sonra Hz. Ömer (ra) Efendimizin hilafetinde de aynı görevine devam etmişti.

İslam orduları Hz. Ömer (ra)’in Hilafetinde Hz. Ali (kv)’nin başkomutanlığında zaferden zafere koşuyor; önüne çıkan bütün küffar ordularını alt ediyorlardı. Halep’in fethinden sonra İslam ordularına mukavemet edecek batıl güçler darmadağın olmuştu. Birçok koldan ilerleme sağlanabilir ve büyük bir coğrafya kısa sürede İslam ve iman vuslatına kavuşabilirdi. İşte bu yüzden Halid bin Velid (ra) Hz.leri fetih ordusunu onar bin kişilik birliklere ayırtıp birçok koldan ilerlemeyi emretmişti. İşte bu onar bin kişilik İslam fetih ordusu birliklerinin birine Ukkaşe (ra) Hz.leri getirilmişti. Bu birlik ve komutanı Antakya ve Hatay havalisini fethedip; İslam tebligatını yaparak, Kırıkhan ve İslâhiye’yi de aldıktan sonra, türbesinin bulunduğu güzergâh üzerinden Maraş ve Malatya’ya doğru ilerlemek istiyordu. Ancak buralara gelene kadar kendinden sayıca ve kuvvetçe üstün olan küffar ile çok çarpışmış, epeyce şehit vermişler ve yaralılar da çoğalmış kendisi de yaralanmış idi. Tam o esnada Halife Hz. Ömer’in bir kerameti ile karşılaştı.

Bu keramet; taa Medine-i Münevvere de mescidin damı üzerinde iken, Hz. Ömer’in ileriye doğru işaret ederek ve bağırarak;

“Ya Saria (Ukkaşe) El-Cebel El-Cebel (Ya Ukkaşe dağa çıkın)” emrini vermesi idi. Hz.Ukkaşe bu emri ve işareti alınca birliğine, çarpışarak dağa çıkmalarını emretti. Öncü olarak kendisi önce tepeye çıktı.

Bu tepede hem ağır yaralı hem de yorgun ve bitkin olan Hz.Ukkaşe, arkasından gizlice yaklaşan bir keşiş tarafından, hançerlenip şehit olarak Rabbine kavuşmuştur. Hz. Ukkaşe şehit olduğunda yetmiş üç yaşında idi Daha sonra diğer İslam orduları yardıma yetişmiş ve küffar bozguna uğratılarak zafer kazanılmıştır.

Daha sonra şehitlerin defin işlemleri yapıldı. Hz.Ukkaşe’nin ashabın içindeki mevkii çok yüksek ve Ehli Beyte yakınlığı olduğundan özellikle şehit olduğu bu mekâna defnedilmesi kararlaştırıldı. Hz.Ali (ra) bu şehadeti ve muharebeyi duyunca emrindeki diğer birliklerle buraya gelerek, Hz. Ömer (ra)’in de mesajı üzerine Ukkaşe (ra)’ı bu mekâna ve makama defnettiler;

Sakın, terki edepten ey! Makam-ı evliya’dır bu

Nübüvvet Mührü’nü öpen Eshab-ı Mustafa’dır bu

Elini göksüne koy da, gir bu dergâha ey mümin

Muhibbi mürşidi âlem, sipaha evliyadır bu


Budur Ukkaşe bin Muhassin, şehidi Hak envarı

Fetih ordusu kumandanı, güruhu evliyadır bu

İmamı Ali emrinde, Ömer’ul Faruk zamanında

Yüzün sür payine Ethem, şehidi kibriyadır bu.

İlel Cennet-i Ebeda…

Bilal Baba, Ukkaşe (ra) Hazretlerinin yanında huzur buluyor, onun maneviyatından istifade etmeye çalışıyordu. Yine, böyle bir gün Ukkaşe (ra) Hz.lerinin huzurunda iken, basiret gözü açılan Bilal Nadir Hz.leri, Ukkaşe (ra) Hz.lerinin maneviyatı ile tanışmış ve tek gayesi olan Allah’a kulluk makamına ulaşabilmek için nefsi ile çetin bir mücadeleye girmiştir. Allah-u Teâlâ Hazretlerinin dostluk makamına ulaştırdığı zâtlar Peygamberlerden sonra en büyük sıkıntılara ve imtihanlara tabi tutulurlar. Zira Peygamber (sav) Hazretleri Hadisi Şeriflerinde;

“Kim beni sevdiğini iddia ediyorsa, fakirliğe razı olsun. Kim Allah-u Teâlâ Hazretlerini sevdiğini iddia ediyorsa belaya razı olsun. Her kim Allah ve Resulünü sevdiğini iddia ediyorsa, hem fakirliğe hem de belaya rıza göstersin”, buyurmuştur.

İşte o Allah’ın dostları başlarına gelen her türlü sıkıntıya sabretmişler, en büyük saâdetin ancak Allah’a (cc) muhabbette olduğunu bilmişlerdir. Bilal Nadir (ks) Hazretleri de genç yaştaki kardeşini kaybetmiştir. Kardeşinin vefatı hadisesini, şöyle anlatır;

─Kardeşim aniden ortadan kayboldu, günlerce aradık bulamadık. Arkadaşlarına sorduk. Onların da haberi yoktu. Kardeşim kayıp olalı beş altı gün geçmesine rağmen hâla haber alamamış idik. Daha sonra Ukkaşe (ra) Hazretlerinin Türbe-i Şeriflerini ziyarete gittim. Çok üzgündüm. O sırada Ukkaşe (ra) Hz.leri bana:

─ Evladım Bilal, fazla üzülme! Besmele-i Şerife çek ve çık, dedi. Ben de:

─ Bismillahirrahmanirrahiym, dedim. O anda Cennetin birinci katında kendimi buldum. Aynı askeriye nizamiyesi gibi, gayet tertipli bir yerdi. Oradaki görevliye, kardeşimi aradığımı söyledim. Bana:

─Bu isimde birisi burada yok, dediler. Oradan ikinci kata çıktık.

─İkinci katta da bu isimde bir şahıs yok, dediler. Oradan üçüncü kat cennete çıktım. İsmini okudular, biraz sonra kardeşim gayet güzel bir surette yanıma geldi. Yalnız, baş tarafında kan lekesi vardı. Eliyle yüzünü mesh etti. Yüzü pırıl pırıl oldu ve sonra şöyle devam etti;

─ Üzülme Ağabeycim! Benim rahatım burada çok iyi, ben şehit oldum. Biz o gün arkadaşlarla ava gitmiştik. Ben bir ara onlardan uzaklaştım. Onlar da beni av zannedip, ateş ettiler. Ben de orada şehit düştüm. Onların bundan dolayı bir vebali yok, davacı da değilim, dedi. İşaret parmağını şöyle ileriye doğru uzattı. Flüoresan ışığı gibi bir ışık saçtı. Avlandıkları yerde, cenazesi iki kayanın arasında tertemiz duruyordu. Daha sonra oradan ayrıldım. Bu manevi hal üzerimden geçtikten sonra kardeşimin bana tarif ettiği yerde yatarken cesedini buldum. Cenazesini aldık ve defnettik. (Allah rahmet eylesin). Tabi bu hadiseyi, kardeşimi vuran kişiler de duymuştu. Fakat onların bir suçu olmadığını ve onlardan davacı olmadığımızı söyledik.

Günler günleri kovalıyor ve Bilal Babanın içindeki ilahi aşk gittikçe artıyordu. Ukkaşe (ra) Hazretlerinin manevi feyiz ve bereketi ile yetişip ondan istifade etmiş olan Muhammed Bilal (ks) Hazretlerine bir defasında, Gavs-ül Azam Seyyit Abdülkadir-i Geylani (ks) Hazretleri, nasıl yatacağını, nasıl uyuyacağını ve nasıl çalışacağını uzun uzadıya tarif eder. Bundan sonra Bilal Baba, yedi yıl tuzsuz arpa ekmeği yiyip riyazetle, mücahade etmiştir. Yedi sene riyazetten ve kırk günlük çileden sonra, kendisine manevi fetihler ihsan edilmiştir. Böylece Peygamber Efendimiz(sav)’in Veysel Karani’yi (ra) manevi olarak yetiştirdiği gibi, Ukkaşe (ra) Hz.’leri de Muhammed Bilal Nadir-i Hz.lerini yetiştirmişti. Rüyalarında Peygamberimizi, Cihar-ı yâri Güzin’i büyük velileri görerek onlardan da aldığı feyiz ile kısa zamanda kendisini yetiştirir ve kâmiller arasına girer. Kendisine de manevi olarak Rasulullah (sav) tarafından (Nadir) ismi verilmiştir. Böylesi zâtların ender yetişmesinden dolayı bu isme layık görülmüştür. Zira Hz. Peygamber (sav) Hazretleri, hadisi şeriflerinde bizleri bu konuda şu şekilde aydınlatmaktadır;

“Benim ashabımın her biri gökteki yıldızlar gibidir, hangisine tutunursanız, kurtuluşa erersiniz”

Artık, Muhammed Bilal Nadir-i (ks) Hazretleri denizlerin kendisine aktığı bir umman olur. Muhammed Bilal Nadir-i (ks) Hz.leri, manevi görev alışını şu şekilde anlatmaktadır;

“Bir gün rüyamda; Bütün peygamberlerin, sahabelerin, evliyaların ve pek çok mübarek insanın hazır bulunduğu bir yerde iken, bana imamlık yapmamı söylediler. Ben de:

─ Bu zâtların hepsi, kabir ehlidir. Ben onlara namaz kıldırmaya hayâ ederim. En iyisi onlara dua edeyim, dedim. Tam o sırada, Peygamber (sav) Hazretleri, elinde bir taç ve bir cübbe ile geldi. Cübbeyi ve tacı giydirdi ve bana namaz kıldırmamı emretti. Namazı kıldırdıktan sonra, iki cihan serveri Fahri Kâinat Efendimiz (sav), şöyle buyurdu:

─ Evladım Bilal, senin maneviyatın nadirattandır. Bundan sonra senin ismin “Nadir-i” buyurdular. Ümmetime Hakkı anlat ve sabrı tavsiye et, iyiliği emret, kötülükten men et, ümmetimi irşat ile vazifelisin, buyurduktan sonra;

Seyyid Abdulkadir Geylani, Muhammed Bahaeddin Nakşibendî ve Seyyid Ahmed-i Rufai Hz.lerinden ders vermeye yetkili kıldılar. Bu hadiseden sonra, Ukkaşe (ra) Hazretlerinin türbe-i şeriflerine gittim. Daha önceleri mübareği ziyarete gittiğimde, kendisi yanı üzerine yatar bir vaziyette iken görüşürdük. Bu görev verildikten sonra yanına gittiğimde toparlanarak bana;

“Hoşgeldin Mürşitlerin Kâmil-i” dedi”.

Antepli Bilal Nadir Hz.leri bir sohbetlerinde şöyle anlatmıştır:

“Kardeşlerim! Size “Üstadınız Üstadı kimdir” diye sorarlarsa Veysel Karani Hz.leri dersiniz. Biz üveysiyiz. Bizi her yönü ile irşad eden Veysel Karani Hz.leridir. Manevi feyzinden istifade ettiğimiz zât ise Hz. Ukkaşe (ra) dır” buyurmuşlardır.

Bilal Nadir (ks) Hazretleri, yaşadığı müddet Hakkın hâkimiyeti için çalışmış, insanların ıslahı için gayret göstermiş. Pek çok sarhoşun hidayetine vesile olmuştur. Birçok ruh hastalarının ve devasız hastalıklara müptela olmuş zavallıların, şifa bulmasına vesile olmuştur. Kırık kalplerin, yıkık gönüllerin mimarı olmuş bir gönül sultanı idi. Hayatı bütünüyle Hak mücadelesi ile geçen Bilal Nadir (ks) Hazretleri, sadece tasavvuf yolunda mücadele vermemiş; aynı zamanda memleketimizin düşman istilasına uğradığı o dönemlerde 1.Dünya Harbine de iştirak etmiştir. Etrafında oluşturduğu yirmi kişilik bir grup ile Fransızları günlerce oyalayarak düşmana büyük zayiatlar verdirmiştir. Tarihin cilvesine bakın ki, memleketi için canını ortaya koyan büyük bir mücahit, bir zaman gelmiş, ‘vatanı bölme suçundan mahkeme’ de yargılanmıştır. Otuz altı defa tevkif, elli dört defa nezarete alınmış ve yüzden fazla da ifade vermiştir. Daha sonra da, on sene Giresun'a ve iki sene de İstanbul' a sürgüne gönderilmiştir. Giresun’da 1936 ve 1946 seneleri arasında, İstanbul’da ise 1954 ve 1956 yılları arasında sürgünde kalmıştır. Her hapis yatmasında, her sürgüne gitmesinde, biraz daha tanınmıştır.

Bir gün Giresun’a sürgüne gönderilirken yolda hanımı Bilal Babaya:

─ Hep bu başımıza gelenler, senin bu müritlerinin yüzünden, der. Bilal Baba da:

─ Evet, hanım, artık bundan sonra bu işleri bırakacağım, diye cevap verir. Bunun üzerine hanımı:

─ Ciddi mi söylüyorsun? Diye sorar. Bilal Baba da:

─ Evet, der. Hanımı;

─ Aman Efendi! Bir eve acı, ekşi, tatlı, tuzlu, hepsi lazım. İyi müritlerin tatlı gibidir. Diğerleri de; tuzlu, acı ve ekşi gibidir. Bunlar olmadan nasıl ev hayatı devam etmezse, ihvanlar olmadan biz yapamayız, der. Bilal Nadir (ks) Hazretleri de:

─ Hanım, ben de seni imtihan için böyle söyledim, cevabını verir.

Antep'e Yolculuk

Uzun bir yolculuktan sonra Bilal Nadir Hz.leri ile görüşmek için Antep’e geldim, fakat onu bulamadım. Kendisini orada tanıyan birkaç kişiye, nerede olduğunu sordum. Bilal Babanın köye gittiğini söylediler. Vakitte epeyce ilerlemişti. Yatsı ezanları okunuyordu ve Bilal Baba köyden dönmemişti. Antep’e gelebilmek için onbeş lira borç para almıştım. Gidiş yolu için, yedi buçuk lira harcadım. Geri dönüş için yedibiçuk lira param kalmıştı. Bu para sadece geri dönmeme yeterli idi. Aç olmama rağmen hiç bir şey yemedim. Yatsı namazını kıldıktan sonra, cemaatten birisi beni misafir eder diye bekledim. Fakat kimse halimi sormadı. En son imam da kapıyı çekip gitti. Ben de caminin yanında oturdum ve Allah’ı zikretmeye başladım. O sırada, gayet güzel sakallı, omzuna halı atmış, Allah dostu nurani bir zât yanıma doğru gelip;

─Vay Babamın kuzusu, Babamın oğlu, deyip beni kucakladı.

─Haydi, buyur seni eve götüreceğim, misafirim olacaksın, sende Bilal Babanın kokusu var, diyerek beni aldı ve evlerine gittik. O zâta; Nevşehir’den geldiğimi, Bilal Baba’yı aradığımı, fakat görüşemediğimi söyledim. Bu arada evin hanımı sacın üzerinde, bazlama ve çörek pişiriyordu. Hem yol yorgunu hem de çok açtım. Fakat aç karnına sıcak çörek mideme oturur da rahatsızlanırım, diye düşündüm. Az bir şey yedim ve yatmak için odama çekildim. Lakin yemeği az yediğim için uyku tutmadı. Bu arada O zât da; açıktan gür bir sesle Kur-an’ı Kerim okuyor, namaz kılıyor, ibadet ve taat yapıyordu. Sonradan öğrendim ki, hafız bir insanmış. Bir ara O zât içeri gelerek:

─ Abdullah Efendi saat üç buçuk oldu. Teheccüd namazını da kıl. Ondan sonra istirahat et, dedi. Teheccüd namazını kıldıktan sonra yattık. O zât ise sabaha kadar hatim ile namaz kıldı. Sabahleyin namaza camiye gittik. Namazı kılıp eve geldikten sonra, Saat dokuza kadar istirahat ettik. Bilal Babanın kaldığı eve beni misafir eden Hacı Hanefi Efendi ile beraber gittik. Bilal Baba damın üzerine oturmuş, dervişlere vaaz ve nasihat ediyordu. Ben de dama çıkabilmek için merdivenlerden çıkarken Bilal Babayı gördüm. Sanki Rasulullah (sav) Efendimizi görmüş gibi oldum. “Allah” dedim. Tam o halin sarhoşluğu ile merdivenlerden düşerken yakaladılar. Bu arada Bilal Baba da, ben daha gelmeden evvel yanında bulunanlara:

─Az sonra buraya bir genç gelecek. O merdivenlerden düşmeden yakalayın, diye tenbih ederek kerametini göstermiş. Bu hadiseyi de, bana daha sonra anlattılar. Bilal Babanın yanına oturdum. Güzel cemali karşısında mest oldum, elini öptüm. Mübareğin gözlerine bakınca kalbimden;

“Efendim beş tane çocuğumu bıraktım. Senin uğruna, aşkına geldim. Ne olur! Şu gözlerini bir öpsem”, diye düşünürken, o anda Bilal Baba kalbimden geçenlere vakıfmış.

─Öp evladım öp, dedi ve iki gözünden de öptüm. “Elhamdülillah” Mübarek ile kucaklaşınca;

“Allah’ın evliyasının sakalı yüzüme değdi. Artık ben bir daha yüzüme jilet vurdurmam” diye kendi kendime orada söz verdim. O gün benimle beraber orada on kişi daha sakal bıraktı. Daha sonra Bilal Baba, beni karşısına alıp dizini dizime dayadı, ellerimden tuttu, alnını alnıma dayadı, üç defa “La ilahe illallah” dedikten sonra,

─ Evladım sana yedi sahih üzere, Kadir-i dersi verdim”, dedi. Dersi aldıktan sonra, Bilal Baba:

─ Evladım ismin ne?, dedi.

─ Abdullah, diye cevap verdim. Orada bulunanlar;

─ Bu muhakkak seyyiddir, Evladı Resuldür. Bilal Baba bugüne kadar hiç kimseye bu şekilde ders vermedi. Yanında birçok insanlar vardı. Onlar dahi bu şekilde ders almadılar, diye konuşuyorlardı. Bilal Babaya, Rufai şeyhi Hacı Mustafa Efendinin verdiği dersi de çektiğimi söyledim. Bilal Baba da bana:

─ Evladım, Hacı Mustafa Efendi, seyri sulükunu tamamlamış, Mürşid-i Kamil bir zâttır. Türkiye’mizde tekdir. Önce O’nun dersini çek, sonra bizim dersimizi çek İnşallah, dedi. Bu arada vakit epeyce ilerlemiş, Akşam ezanı okunuyordu. Orada bulunanlar bana namazı kıldırmamı söylediler. Ben de kendilerine;

─Ben hafız değilim, ümmiyim. Burada hocalar var, hafızlar var onlar kıldırsın, dediysem de;

─Hayır, Abdullah Efendi, sen kıldıracaksın, dediler. O anda içimden;

“Ya Rabbi sen bilirsin, ben ümmi birisiyim. Benden imamlık yapmamı isteyenler âlim ve hafız kişiler, onlar gibi ilmim yok. Lakin Peygamber Efendimizin varisiymişim gibi benden imamlık yapmamı istiyorlar. Ne olursun beni mahcup etme”, diye dua ettim. Namaza başlamak için tekbir getirdiğimde, vücudum bir anda büyüdü. Bulunduğumuz cami genişledi. Fatiha Suresini okuduktan sonra Vedduha’yı okumaya başladım. Vedduha’yı nasıl okuduğumu hatırlamıyorum. Sadece “Vedduha” dediğimi hatırlıyorum. Rükûya eğileceğimde, (alnım duvara değer) diye düşünürken aklıma; camide gördüğüm kazıklar geldi ve “değerse değsin” diyerek rükûya eğiliyordum. Ben her defasında rükûa ve secdeye eğildiğimde, hem cami genişliyordu hem de rükû ve secde yaptığım mihrap açılıyordu. Böylece vücudum ile birlikte ile camide genişliyordu. Bu şekilde namazı kıldırdım. Namazı tamamladıktan sonra tevhid okuduk. O an bende yine bir aşk, bir cezbe hali hâsıl oldu. Kendimi tutamadım. Tabi bunu orada bulunan kişiler de fark etti. Zikrin sonunda ısrar ederek;

─ Siz seyyid misiniz? Evladı Resul müsünüz? diye sordular. Ben ise halen; kıldırdığım namazı düşünüyor:

“Ya Rabbi eğer namazda ayetleri yanlış okusaydım hocalar beni ikaz eder, uyarırlardı. Onlar yanlışa tahammül edemezler, demek ki doğru okumuşum” diye içimden geçiriyordum. Namaz kılarken yaşadığım o halin herkes üzerinde olduğunu düşündüm. Fakat kimse öyle bir şeyin mevzusunu dahi etmedi. Anladım ki, bu hal Allah-u Teâlâ Hazretlerinin vermiş olduğu bir lütuftu.

Allah-u Teâlâ yarattığı ve yaşattığı her şeyin sahibidir. Kime ne Murat etti ise o dem tecelli eder. Lütuf ve Kerem sahibi ancak Cenab-ı Zülcelal Hazretleridir. O gün, Bilal Nadir Hazretleri ile epeyce bir sohbet ettikten sonra vedalaştık ve Nevşehir’e geri döndüm.

Aradan on beş yirmi gün kadar geçmişti. Üstadımın hasretine dayanamadım. Ocağa bir adam tuttum ve arkadaşımla, beraber Antep’e gittik. Giderken de, Bilal Baba’nın ilahilerini çekelim diye yanımızda altı, yedi tane kaset götürdük. Niyetimiz bir hafta kalmaktı. Antep’in Danacık Köyünün girişinde indik. Yürür iken, at arabası ile bize doğru bir adam yaklaştı. Arabaya yonca yüklemişti. Bize;

─Herhalde Bilal babayı ziyarete geldiniz. Fakat evinin yanına kadar giden yol çok çamurlu, üzeriniz batmasın. Buyurun, arabaya binin ben sizi götüreyim, dedi. Peygamber (sav) Efendimizin doğum yıl dönümü olması sebebiyle bir gün önceden gitmiştik. Mübareğin evine yaklaştığımızda mahşeri bir kalabalık vardı. Bilal Baba, biz gelmeden önce, oradaki cemaate;

“Bugün, Nevşehirli Abdullah Efendi oğlum geliyor” diye kerametini göstermiş. (Bu hadiseyi bize daha sonra anlattılar.) Üstadımızın evine girdiğimizde, bizi içeri buyur etti, bir arkadaşı da yanına çağırdı ve Ona:

─Şu çantayı aç, içinden kaset çıkar, mevlit okunacak, ilahiler söylenecek, dedi. Ondan sonra pencereyi açtı, bana dönerek;

─Şu tepeyi görüyor musun? Orada, Sahabeden Ukkaşe Hazretleri vardır. Benim manevi liderimdir. Onu ziyaret et, oğlum Abdullah, dedi. Biz de, o mübareği ziyarete gitmek için gusül abdesti aldık ve dağa doğru tırmanmaya başladık. Bu arada diğer kalabalık, köyün etrafını dolaşarak dağa doğru gidiyorlardı. Yukarı vardığımızda, bize:

─Ya hu, siz ne yaptınız? Bu dağın yılanları meşhurdur. Bu güne kadar kimse çıkmaya cesaret edemedi. Size hiçbiri rastgelmedi mi? dediler. Biz de kendilerine;

─Hayır, hiçbir şey görmedik. Karşımıza ne bir yılan çıktı, ne de başka bir zararlı hayvan, diye konuşurken, bu esnada gayet iri ve heybetli gözüken bir meczup;

─Sizi kim gönderdi? diye sordu. Biz de kendisine:

─Bilal Baba, diye cevap verince; Öyle bir “Huu” dedi ki, sanki her taraflardan ses geldi.

─Demek Bilal Babanın misafirisiniz? Size hiçbir şey zarar veremez. Buyurun meydan sizin, dedi. Ukkaşe Hazretlerini ziyaret ettik. Dönüşte de, tekrar geldiğimiz yoldan geri döndük. Allah’ın izni ile ne bir yılan ne de başka bir zararlı hayvan karşımıza dahi çıkmadı. Bilal Babanın yanına vardığımızda, mübarek bize;

─Oğlum, Abdullah Efendi, doğru Nevşehir’e döneceksiniz, dedi. Bizde kendisine:

─Efendim, biz buraya bir haftalığına gelmiştik, mümkünse kalalım, diye cevap verdik. Bilal Baba:

─Evladım, sizin gitmeniz gerekiyor. Allah razı olsun! Bizi memnun ettiniz, ziyaretimize geldiniz. Allah yolunuzu açık etsin inşallah, dedi. Bizde;

─Üstadımız böyle uygun gördüyse bir hikmeti vardır, diyerek yanından müsaade aldık ve Fındık Ağası otobüsü ile Nevşehir’e geri döndük. Otogara indiğimizde, bir baktım, ağabeyim postaneye doğru hızlı hızlı gidiyor. Ağabeyime; Nereye gidiyorsun? diye seslendim. Ağabeyim de bana:

─ Ben de postaneye size telgraf çekmeye gidiyordum, dedi.

─ Hayırdır, ne oldu? dedim.

─ Babam felç oldu, onu haber vermeye geliyordum. Hemen eve gidelim, dedi. Eve geldiğimizde, doktor bize:

─ Babanızın durumu çok ağır, üç günü geçerse felçli bir halde hayatını devam ettirir. Ancak siz ölümüne hazır olun, dedi. Ve babamız birkaç gün içerisinde, 1968 yılında vefat etti. Bilal Baba’nın kerameti sayesinde babamı ölmeden görmüş oldum. Yine bir gün, Nevşehir’den, Bilal Babayı ziyarete gittik. Hane-i saâdetlerine girdiğimizde kalabalık bir misafir topluluğu vardı. Gelen misafirlere ikram edilmek üzere, orada sürekli kaynayan buğday ve arpa kırmasıyla yapılan bir çorba pişiriliyordu. Bizler de yemek için bahçeye oturduk. Fakat hava kapalıydı. Bilal Baba’nın muhterem zevceleri hanımanne;

─Efendi, buraya seni ziyarete gelen insanları bahçeye buyur ettin, ancak yağmur yağacak, dedi. Bilal Baba, hanımanneye yemek yiyenleri işaret ederek:

─Bunların üzerine yağmur yağmaz, hacı hanım, dedi. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra yağmur yağmaya başladı. Etrafa sicim gibi yağmur yağarken, üzerimize bir damla yağmur dahi düşmemişti. Nevşehir’de bir arkadaşım vardı. Kendisi trafik kazası geçirdi. Kazadan sonra idrarında sürekli damlama olduğunu, bunun için çok bizar kaldığını ve çoğu zaman idrarının damlaması yüzünden bir kapla dolaştığını söylüyordu. Bir gün kendisine;

─Üstadım Bilal Nadir Hazretlerine giderken seni de götüreyim, hem senin rahatsızlığını söyleriz hem de hayır duasını alırsın, dedim. Beraber Antep’e ziyarete gittik. Bilal Babama arkadaşın rahatsızlığını anlattım. Bilal Babam, mutfaktan ufak bir tabağa domatesi rendeleyip içine sirke koyarak, getirmelerini söyledi. Bilal Baba, arkadaşı karşısına aldı, ona okuduktan sonra, bizlere sohbet etti. Aradan bir müddet geçmişti ki, arkadaşım heyecanlı bir halde;

─Abdullah Ağabey, idrarım damlamıyor. Elhamdülillah, dedi ve çok sevindi. Ben de, Bilal Babama dönerek;

─Efendim, Allah razı olsun, arkadaşımın rahatsızlığı geçti, dedim. Getirmiş olduğum arkadaşım, oldukça zengin bir kişi idi. Nevşehir’de bir petrol istasyonu açacaktı. Yanında da yüklü miktarda para varmış. O rahatsızlığının geçmesinin verdiği huzur ile Bilal Babama dönerek;

─Allah sizden razı olsun, rahatsızlığım geçti, dedi ve parasını çıkartarak;

─Efendim! Annenizin ak sütü gibi helal olsun, deyip parayı uzattı. Bilal Baba arkadaşıma şöyle bir tebessüm etti ve ekledi;

─Evladım paranı cebine koy! O parayı eğer biz alacak olursak, bu nefes bir daha şifa verir mi hiç! Şifa Allah-ü Teâlâ Hz.lerindendir. Bizler ancak vesileyiz, demişlerdi.

Efendi Hazretleri çay ocağını çalıştırdığı dönem içerisinde, her pazartesi günleri, yakınında bulunan hastaneye ücretsiz olarak çay götürür, oradaki hasta yakınlarına ikram eder, ilaç alamayacak olanların ilaç almasına yardımcı olur, onların sıkıntısı ile ilgilenirdi. Kendisine bunu niçin yaptığını sorduklarında ise onlara cevaben; “Bu insanlar şifa aramak için buralara kadar gelmişler. Kimi gariban, kimi yoksul keşke elimde daha fazla imkân olsa da onlarasadeceçay değil yemek de ikram edebilsem”, diye cevap verirdi. Yine, o dönem içerisinde Zeki isminde bir kişinin maddi yönden sıkıntıda olduğunu manen haberdar olmuştur. Bir gün bu kişiyi görür ve kendisine seslenir; O da;

─ Buyur Abdullah Ağabey, diye cevap verir. Efendi Hazretleri;

─Hayırdır, senin bir sıkıntın mı var? diye sorar

─Hayır, hiçbir sıkıntım yok, diye söyler. Efendi Hazretleri;

─Kardeşim benden çekinme. Durumunun sıkıntılı olduğunu biliyorum nedir? diye tekrar sorunca o kişi şöyle cevap verir;

─Abdullah Ağabey çok dardayım. Kış geliyor, ne odun alabildim ne de kömür. Efendi Hz.leri;

─Ayakkabının altı da delik mi? diye sorunca; O kişi daha da şaşırmış bir halde;

─Evet ağabey maalesef, der. Bunun üzerine Efendi Hz.leri o kişiyi yanına alarak odun ve kömürünü alır. Ayağına ayakkabısını alır. Kendisi de maddi yönden iyi durumda olmadığı halde o insana Allah rızası için yardım eder.

Efendi Hazretleri yapmış olduğu iş her ne olursa olsun, önce o işte Allah’ın rızasını gözetir, ona göre davranırdı.

Birgün Gülşehir tarafından Nevşehir’e gelen bir kişi Nevşehir’in üzerinden semaya doğru çıkan bir nur görür. Hayretler içerisinde kalır ve o nuru takip eder. Nihayet Bekir Efendi Camisinin çay ocağının üstünden nurun yükseldiğini görür. Bu arada Efendi Hazretleri de çay ocağını ışıklarını söndürmüş, sekiz on kişi ile beraber içeride Allah’ı zikretmektedirler. Nuru gören adam çay ocağının camına vurur. Adama kapıyı açarlar ve o adam şöyle der;

“Subhanallah, sizin zikrullahın nurunu ta Gülşehir’den gördüm, buraya kadar nuru takip ederek geldim.”

Yine Çay ocağı işlettiği dönemde, Efendi Hz.leri bir zabıta memurunun baskısı altında kalır ve Bilal Nadir-i Hz.lerine manen müracaat eder. Allah’ın izniyle Bilal Baba manen hadiseyi çözer. İşte bu durumu Efendi Hz.leri bize şöyle anlattı; 1965–70 yılları arasında çay ocağı çalıştırıyordum. Tabii gençtik, sakallarımız siyahtı. O sıralar sürekli dükkâna bir zabıta memuru gelir ve bana; “Abdullah Efendi, sakalının teli çaya düşüyor, temizlik açısından uygun değil, yönetmelikte şöyle diyor...” gibi sözler sarf eder, günde üç-dört bardak çay içer, arkadaşlarına da içirir, kahve içerler, parasını vermezlerdi. Ben de bir şey diyemezdim. Ama zoruma gidiyordu. Kendimi haraç verir gibi hissediyordum. Bu olaydan epeyce bizar oldum ve dua ettim. “Ya Rabbi sen bilirsin” dedim ve maneviyatı haberdar ettim. Sabahleyin dükkânımı açtım. Zabıta memuru karşımda perişan bir halde duruyor ve bana dönerek;

─Sorma Abdullah Efendi başıma neler geldi. Öyle bir rüya gördüm ki, dedi ve rüyasını şöyle anlattı;

─ Çok heybetli, yüzü nurani bir zât yanıma geldi ve bana bir tokat attı.

─Sen nasıl benim, Abdullah’ıma sıkıntı çektiriyorsun, onu sahipsiz mi zannettin? Senin ona yaptığın eziyetlerin hepsinden haberimiz var, O benim gözümün nurudur. O’nun çoluk, çocuğunun nafakasını nasıl yersin melun adam? dedi. Tokadı vurunca duvara çarptım, duvardan caddeye düştüm. Caddeden araba geçiyordu. Elbisem lastiğin jantına takıldı, epeyce bir sürüklendim. Sonra hastaneye götürdüler, “ölüyor” dediler ve kafama buz koydular, gözlerim karardı. Orada bulunanlar;

─Pek fazla ümit kalmadı, biz buna iğne veya ilaç tedavisi uygulayamayız. Bunun az bir ömrü var, fayda etmez, dediler. Onlar bu konuşmayı yaparken, perişan bir halde yatakta yatıyordum. Tam o sırada bana tokadı vuran nurani, güzel yüzlü zât geldi ve dedi ki;

─Bir daha Abdullah’ıma dokunmayacaksın, onu üzmeyeceksin ve onun işine karışmayacaksın. Eğer bu söylediklerimi yerine getirirsen, elimdeki şu iğneyi vuracağım, kurtulacaksın, dedi. Bende;

─ Aman Efendim tövbe ettim, pişman oldum, hatamı anladım. Bir daha Abdullah Efendiye karışmayacağım ve gidip kendisiyle helalleşeceğim. İçtiğim çay paralarını ödeyeceğim. Namaza başlayacağım, ibadet yapacağım. Yeter ki iğneyi vurun Efendim, deyince, bana elindeki iğneyi vurdu ve uyandım. Sabahleyin kalktığımda ter içinde kalmışım. Hemen üstümü giyindim, buraya koştum, geldim.

─Abdullah Efendi, sen nereye bağlısın? Beni o hale getiren, o nur yüzlü zât kimdi? diye sordu. Kendisine:

─Sen bizi sahipsiz mi zannediyorsun? Bizim maneviyatımız var, bizi koruyanlar var. Nasıl zahiri asker varsa ve bir erin başına bir şey gelse, o ere komutanları sahip çıkar. İşte bunun gibi maneviyatında komutanları olur. Onlar da kendilerine bağlı olanları korurlar, muhafaza ederler. Sen de bize zulmettin, biz de seni maneviyata havale ettik. Şimdi anladın mı zabıta Efendi? deyince Zabıta:

─ Aman Abdullah Efendi, Allah beni affetsin, sen de affet. Çok pişmanım, tövbe ettim. Ne olur hakkını helal et. Buyur şu parayı da. Bu güne kadar içtiğim çay borçları, fazlasıyla var. Hakkım helal hoş olsun, dedi. İşte gerçek Mürşid-i Kamiller, Allah’ın izniyle, kendilerine tabi olan kimselerin sıkıntı ve meşakkatlerine yetişir, himmet ve bereketleriyle o olayı hayırla bitirirler.

Yine, çay ocağı çalıştırdığım dönemde, oğlum Naci doğdu. Fakat çocuğun doğuştan, üst dudağının dışa bakan kısmı, burnuna kadar açıkta idi. Beş tane dişi dışarıdan gözüküyordu. Üç defa da ameliyat geçirdi. Fakat bir düzelme olmadı. Ben de, Naci’nin bu durumunu, Üstadım Bilal Baba’ya iletmeye karar verdim. Ancak, Naci çok küçük olduğu için yanımda götüremedim. Antep’e Üstadım Bilal Babayı ziyarete kendim gittim. Mübarek bizi “buyur” etti. Halimizi, hatırımızı sordu. Ben de kendisine, oğlum Naci’nin durumunu anlattım. Bilal Baba beni dinledikten sonra sağ elinin başparmağına tükürdü ve benim üst dudağıma meshetti. Sonra şöyle dedi;

“Evladım Abdullah Efendi, Nevşehir’e dönünce, Naci’nin dudağına kendi dudağından meshet, İnşallah” dedi ve dua etti. Daha sonra yanından müsaade aldım ve geldiğimde aynen Üstadımın dediği şekilde dudağını mesh ettim. Allah’ın izni, Üstadımın himmeti ile dudağındaki açıklık kapandı. Bilal baba’nın himmeti her sıkıntı anımda bana yetişti. Bir başka yaşadığım olayda şöyle:

1964 yılında ortağımla birlikte İskilip’e deri satmaya gittik, oradan da Çorum’a geçtik. Çorum’da işlerimizi hallettikten sonra ortağımdan on beş lira para aldım. Kalan işleri halletmek için onu orada bıraktım. Ben de; Yozgat’a, Alaca’ya, Yerköy’e, oradan da alacakları tahsil etmek için Kırşehir’e geldim. Günlerden pazar olması münasebetiyle hiç kimseyi bulamadım. Bu arada ortağımdan aldığım on beş lira para da bitmişti. “Nasıl olsa burada alacaklarımızı tahsil ederiz” diye düşünmüştüm. Fakat alacaklarımızı toplayamadım. On sekiz saat aç dolaştım. Namaz vakitleri geldiğinde, namazımı kılıyor, “belki çarşı esnaflarından açık olanlar vardır” diye dolaşıyordum. Bu şekilde dolaşırken, sakallı bir kişi koşa koşa yanıma geldi:

─ Vay Efendi Babam! “Sana kurban olayım” diyerek, sarılıp ağlamaya başladı. Bir müddet sonra bu garip kişi elimden tutarak lokantaya götürdü. Yemeğimizi yedikten sonra otele götürdü. Tek yataklı bir odayı kiraladıktan sonra tekrar dışarı çıktık. Olup bitenlere bir anlam veremediğim için;

─Sen bunları niye yapıyorsun? diye sordum. O zât:

─Efendim ben, Ahi Ervani Veli Hazretlerinin yanından geliyorum. O mübarek bana;

─ Evladım, senin manevi baban geldi ve on sekiz saattir ağzına bir lokma dahi koymadı. Sen şimdi doğru Abdullah Efendi’nin yanına git. Onu ağırla, ikramda bulun, karnını doyur, dinlenmesi için bir otele götür, harçlığını ver” dedi.

─Peki, Efendim, dedim. Fakat baktım ki siyah sakalınız var ve gençsiniz.“Bu yaşta bir insan, benim nasıl manevi babam olur”, diye düşünürken, bu esnada Bilal Nadir Hazretleri geldi; “Elimin tersiyle bir vurursam, ağzın döner. Tokat yemeden yürü git”, dedi. Koştum geldim, ne olur hakkınızı helal edin, dedi. Kendisine;

─Bu makama nasıl geldin? diye sordum. Adamcağız şöyle anlattı:

─Efendim, ben aslen, İzmir’in, Konak İlçesindenim. Orada, evim, ailem, kızım, oğlum vardı. Onları bir trafik kazasında kaybettim. Ben de terk-i dünya ettim. Dünyalığın gelip geçici olduğunu anlamıştım. Birgün rüyamda, Yunus Emre Hazretleri’ni gördüm. Beni Eskişehir’e çağırdı. Bunun üzerine Eskişehir’e gidip, kabrini ziyaret ettim. Manen, mübareğin sağ ayağını Eskişehir de, sol ayağını da Karaman’da olarak müşahede ettim.

Yunus Emre Hazretlerine;

“Efendim, bunun hikmeti nedir? diye sordum.

O’da;

“Evladım, üç ay burada kalacaksın, üç ayda Karaman da kalacaksın” dedi.

Üç ay sonra Karaman’a gittim. Orada kalırken Mevlana Hazretleri Konya’ya gelmemi söyledi. Konya’da üç ay kaldım. Sonra Hacı Bektaşi Veli Hz.lerine gitmemi söylediler, üç ay da orada kaldım. Daha sonra, Ahi Ervani Veli’ye gitmemi söylediler. Şimdi buradayım, amelelik yaparak rızkımı temin ediyorum. Artık, sen benim manevi babamsın. Maddi durumun da iyi değil, biliyorum. İzmir’de bir evim var. Tapusunu sana vereyim. Senin olsun, dedi.

─Yok, kardeşim, ben bir şey istemem. Allah senden razı olsun, dedim. Bu tanıştığım zât ile oradaki bulunan Allah dostlarının kabirlerine ziyaretlerde bulunduk. Epeyce bir sohbet ettik. Gece saat üçe doğru otele döndüm. Sabah saat on civarında otelden ayrıldım. Hemşerilerimi bulup onlardan elli lira para aldım. Tanıştığım zâtın verdiği adrese gittim. Fakat o adreste bulamadım. Oradaki işlerimi bitirip Nevşehir’e geri döndüm. Birkaç ay aralıklarla onu görmek için gittiğim halde, onu bir daha göremedim.

Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks)Hazretleri, Bilal Nadir Hazretlerinin manevi terbiyesi altında yetişmeye başlamış, her hal ve hareketiyle, Verese-i Peygamber olan üstadına tam bir teslimiyet örneği göstermiştir ve Bilal Nadir Hazretleri de ondaki cevheri görüp, kendisi vefat ettikten sonra kamil bir üstada gitmesini ve bu şekilde Allah’a vasıl olacağını işaret etmiştir. Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri bir yandan manevi yoldan ilerlerken, diğer yandan, insanlara bu yolun hak ve hakikatini anlatıyor. Onlara elinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışıyordu.

Efendi Hazretleri, Bilal Baba’nın kerametlerini anlatmaya şöyle devam etti. Nevşehir’de bir arkadaşım vardı. Bu arkadaşımın oğlu ruh hastasıydı ve doktorlarda tedavisinde pek bir gelişme sağlayamadılar. Arkadaşım da o dönemlerde alkol bağımlısıydı. Ben de kendisine;

─Sizi üstadıma götüreyim. Allah’ın izniyle, İnşaallah sen alkolü bırakırsın, oğlun da şifa bulur, dedim. Arkadaşım da bana:

─Bizi muskacıya mı götüreceksin?, dedi.

─Hayır, benim üstadım Mürşid-i Kamil bir zâttır. İnşaallah faydalanırsınız. Daha sonra Adana üzerinden Antep’e gittik. Bilal Babanın yanına vardığımızda;

─Efendim, bu arkadaşım, alkol bağımlısı, bir dua etseniz de şifa bulsa, dedim. Mübarek de arkadaşıma dönerek;

─Evladım, Allah-ü Teâlâ Hazretleri içkiyi haram kılmış. Allah’ın verdiği o güzel ağza haram girmesi iyi olmaz. Seni okuyalım, inşallah bu illetten kurtulursun, dedi. Mübarek zât, arkadaşımı karşısına aldı. Dua okudu ve daha sonra “Huu” dedi. Bilal Babanın “Huu” diyerek üflemesi ile beraber, arkadaşımın üzerinde bulunan gömleğin düğmeleri tek, tek çözüldü. Bilal Baba o mübarek elini kalbinin üzerine koydu.

─ Bir daha içmeyesin inşallah, tamam mı? dedi. İkimizde şaşırıp kalmıştık. Bilal Baba, arkadaşı okuduktan sonra dedim ki;

─ Efendim, oğlu da çok rahatsız, bir türlü iyi olamadı. Sürekli ruhi bunalım geçiriyor, hareketlerini kontrol edemiyor. Şifa Allah-u Teâlâ Hazretlerindendir lakin siz de mübarek nefesinizle okuyup şifa bulmasına vesile olursanız memnun oluruz, dedim. Daha sonra Bilal Baba, çocuğu yanına çağırdı;

─ Evladım, bu çocuğu üç defa okumamız gerekiyor, dedi. Bilal Baba çocuğu o gün sabah, öğle ve akşam olmak üzere üç defa okudu. “Elhamdülillah”, çocuk şu anda gayet akıllı, sıhhatine kavuştu. Büyüdü, evlendi. Nevşehir’de resmi bir dairede çalışıyor. Allah, kendisinden razı olsun, mübareğin pek çok kerametlerini gördük. Bizim görmediğimiz ancak görenlerden dinlediğimiz ve hepimizi hayretler içinde bırakan bir olay şöyle gerçekleşmiştir; Bilal Nadir Hazretleri Konya’ya, Mevlana Hazretlerini ziyaret etmek için geldiklerinde birkaç kişi ile beraber otele yerleşirler. Bir müddet istirahat ettikten sonra Mevlana Hazretleri’ni ziyaret etmek için yürüyerek türbeye doğru yaklaşırlar. Tam bu esnada karşılarına, uzun boylu, sakallı, baba yiğit bir insan gelir. O gelen kişi Bilal Babanın yanına, bir erin generale karşı saygısı nasıl olur ise, o şekilde yaklaşır saygıda kusur etmeyerek şöyle der;

─ Efendim, Mevlana Hazretleri buyurdular ki;

“Üstadım Şems Hazretlerini ziyaret etmeden bizi ziyaret etmesinler. Önce O’nu ziyaret etsinler, daha sonra bizim yanımıza gelirler, İnşallah” Bunun üzerine Bilal Baba o gence; “Peki” der ve önce Şems Hazretlerini ziyaret etmek için camiye girerler. Orada iki rekât namaz kıldıktan sonra türbe-i şerifleri caminin içerisinde olan Şems Hazretlerinin sandukasının yan tarafından asıl yatmış olduğu kuyuya geçişin kilitli kapısına yönelirler. Bu arada Caminin hizmetinde görevli olan Ömer Efendiye, Bilal Babanın dervişlerinden bir tanesi şöyle der:

─ Biz, Şems Hazretleri’ni ziyaret etmeye geldik. Üstadımız Bilal Baba ziyaret etmek istiyor, kapıyı açar mısınız? Ömer Efendi de o dervişe:

─Buranın anahtarı bizim elimizde değil, belediye tarafından kilitlenir. Onlar anahtarı götürür, temizlik günlerinde anahtar gelir, biz de temizleriz, der. Bu arada Bilal Nadir Hazretleri bir iki saniye gibi kısa bir süre gözlerini yumup, kalbi üzerine huzur eder ve başını kaldırır. O anda kilitli olan kapı, alenen açılır. Bir kapıyı açmak için anahtarı çevirdiğinde nasıl ki, kuvvetli bir şekilde ses çıkar ise aynı o şekilde açılır. Camide bulunan herkes bu olanları şaşkın bir şekilde seyreder. Caminin hizmetinde bulunan Ömer Efendi de hayretler içerisine düşmüş bir şekilde:

─ Bu zât kimdir? diye sorar. Dervişler de:

─ Üstadımız Antepli Bilal Nadir Hazretleri, derler. Caminin hizmetlisi Ömer Efendi hayretler içerisinde:

─ Efendim, buraya daha önce Medine’den Hacı Ali Rıza Kaşıkçı Efendi, Sivas’tan İsmail Hakkı Efendi, İstanbul’dan Süleyman Hilmi Tunahan Hoca Efendi, Mahmut Sami Efendi, Mehmet Zahit Kotku Hazretleri, Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri geldiler. Fakat ben böyle açık, saçık bir kerameti hiçbirisinde görmedim, diyerek ağlamaya başlar. Mübareğin bu kerametini camide bulunan herkes şahit olmuşlardır.

Yine Bilal Baba’nın dervişlerinden şoför olan bir kişi, bir kafileyi geziye götürürken nur dağında bir ara direksiyon hâkimiyetini kaybedip otobüsü kaydırır ve dağa doğru kayarken, şoför sadece “DAHİLEK” deme fırsatını bulur. O esnada otobüsün ön camında bir el belirir. İçeride bulunan kırk, kişi de eli görür. Daha sonra Bilal Baba şoföre; “Korkma evladım geri geri sür” der ve kurtulmaları imkânsız bir kazayı Allah’ın izni, evliyasının himmeti ile atlatırlar. Otobüsün içindekiler şoföre;

─ Kaptan, sen bir ara DAHİLEK diye bağırdın. O camda beliren el kimindi? Allah aşkına söyle, derler; Şoför şöyle söyler;

─ O benim Üstadım Antepli Bilal Nadir Hz.leridir. Siz sadece elini gördünüz. Ben ise buraya geldiğini bize yardım ettiğini gördüm, deyince; Otobüsün içerisindekiler şoföre;

─ O halde bizi önce O mübarek zâtın yanına götür. Kendisi ile muhakkak tanışmak istiyoruz, derler. Şoför yolunu değiştirip Antep’e doğru yönelir. Bu arada Bilal Baba Hz.leri Antep’te, tarlasında ekin ile uğraşırken, yanındaki dervişlerine;

─ Çalışmayı bırakın. Bugün misafirlerimiz gelecek, hazırlık yapın buyururlar. Pilavlar pişirilir ve bir müddet sonra kırk kişilik kafile Bilal Baba Hz.lerinin dergâhına gelir. Orada bulunan kırk kişi de Bilal Baba’ya intisap edip dervişi olurlar. Antepli Bilal Nadir Hz.leri, himmeti bol, kerameti açık, eşine az rastlanır, güzide Evliyaullahtandı. Hatta bir sohbetlerinde şöyle söylemişlerdir;

“Bizden; zorda kaldığınızda, sıkıştığınızda, Himmet istediğinizde eğer yetişemezsem; ben sizin değil merkeplerin şeyhiyim” diye söyler, İndi İlahideki kıymet ve nazarının ne denli çok olduğuna dikkat buyururlardı.

Bilal Nadir Efendi Hazretlerinin bizim bildiklerimizin yanında, daha bilmediğimiz birçok vakıf olamadığımız kerametleri vardır. Allah(cc) bu kerametleri görüp feyiz alanlardan ve bu yolun yolcularından eylesin, inşallah.

Bilal-i Nadir-i Hz.lerinin Vefatı

Bilal Baba (ks) Hazretleri yetmiş dört yıllık ömrü hayatında Hakkın yılmaz sesi, garip kimselerin sığınağı, vatan ve milletin saâdet membaı olmuş. Olması istenilen hayır öğütlü bir zât idi. Yüzüne bakıldığında Allah ve Resulü hatıra gelir. Allah’ın rahmetinden ümit kestirmez, azabından emin kılmaz, Sadık ve Salih bir zât idi. Her fani gibi O da yetmiş dört yıllık şerefli bir hayatın ardından dar-ı bekaya intikal etti. Vefat tarihi (22 Aralık 1969) yılıdır. Allah, yüce velinin himmetine cümlemizi nail eylesin.

Bilal Baba’nın vefatının ardından yaşadığı olayları Efendi Hazretleri şöyle anlatır: Bilal Baba vefat edince O’nun hasretine dayanamayıp günlerce ağladım. Bilal Baba vefat etmeden önce;

“Evladım Allah’a vasıl olabilmek için, insana muhakkak Mürşid-i Kamil gerekir. Biz vefat ettikten sonra kendinize bir Mürşid-i Kamil arayın” nasihati üzerine istihare yaptım. Rüyamda Âdem (as), Zekeriya (as) ve Hızır (as) bana;

“Evladım Abdullah senin dosyan Çorum’a havale oldu” dediler. Bundan sonra yoluma Rufai Şeyhi olan Hacı Mustafa Efendi Hazretleri ile devam edecektim.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri

Aksaraylı Hacı Ahmet Baba’ nın dersini çekmeye başladım. Bir yandan da baba mesleği olan deri imalatçılığına devam ediyordum. İmal ettiğimiz derileri civar illere götürüp satıyor, bu şekilde geçimimi sağlıyordum. Yine bir gün İskilip’e deri satmaya gitmiştim. Müşterileri dolaştım. İşlerimi bitirdikten sonra esnaflardan birinin dükkânında sohbet ediyorduk.

Bu esnada bana:

─ Abdullah Efendi, burada, akşam zikrullah var, gitmek istersen seni de götürelim, dediler. Bende;

─ İnşallah gelirim, dedim.

Akşam buluşup İskilip’in Kayabaşı Mahallesinde sohbet yapılacak yere gittik. Çorumlu Hacı Mustafa Efendinin zakiri Hacı Mehmet Efendi ismindeki zât çok güzel bir zikir yaptırdı. Zikrullah esnasında, Rufai tarikatına has olan ateş ve şiş burhanı yaptılar. Çok etkilendim. Daha sonra Zakir Hacı Mehmet Efendi:

─ Arkadaşlar, Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerine ziyarete gideceğiz. Gelmek isteyeniniz var mı?

Diye sordu.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi

Ben de, yaptığımız sohbet ve zikirden o kadar çok etkilenmiştim ki, gitmeye karar verdim.

Bir grup arkadaşla beraber Çorum’a gittik. Yanımda satmak için getirdiğim deriler de vardı. Bundan dolayı önce Veli Paşa Oteline yerleştim. Oradaki işlerimi hallettikten sonra akşam otele geri döndüm. O gece bir rüya gördüm.

Rüyamda; “Ulu Camii gibi içi havuzlu büyük bir cami içindeyiz. Camide namaz kıldık. Ben tefekküre dalmıştım ki, kapıları kapattılar. Camiinin içinde yalnız kaldım. –“Açık bir yer var mı?” diye etrafıma bakındım. Her taraf kapalı, sadece caminin içindeki havuzun tam üstünde camdan bir kümbet var. Oradan aşağıya doğru bir ip sarkıtıldı. O ipe tutunup yukarıya doğru çıkıyordum. Tam yukarıda da şeytan aleyhillane var. Azazil; çıplak vaziyette, sakalları seyrek, dişleri balta gibi. Beni eliyle bir itti, ben geri aşağı indim. Tekrar çıktım, geri indim. Bu hadise üç kere tekrar etti.

O sırada caminin üç kapısı açıldı, üç kapıdan da insanlar girdi. Girenler Peygamberler ve Sahabelermiş. O an için sabah namazı kılacaklarmış. Bilal-i Habeşi Hz.lerinin sesi gibi gayet güzel bir ses Ezan’ı Muhammediyeyi okuyordu. Allah’ın Resulü Muhammed Mustafa (sav) Hz.leri teşrif ettiler. Ben o sırada koştum fakat yetişemedim. Peygamber (sav) Hz.leri, bir anda caminin ortasındaki havuzun tepesine çıktı. Peygamber (sav) Efendimizin çıktığı yer ile havuzun kenarı arasında bir hendek (boşluk) vardı. O boşluktan Cehenneme düşülüyormuş. Arasat yeri imiş, hiç kimse geçemiyordu. Ben de kendi kendime, “Ölürsem öleyim, Ya Allah” dedim ve atladım. Rasulullah Efendimizin yanına çıktım. Peygamber Efendimizin kucağında; iki yaşlarında, buğday benizli, gayet güzel bir çocuk vardı. Hemen Rasulullah (sav) Efendimiz’i kucakladım. O da beni kucakladı ve elini öptüm. Dedim ki:

─ Ya Rasulallah, bu çocuk kimdir?

Rasulullah Efendimiz (sav) Hz.leri:

─ Evladım, bu benim torunum Mehdi’dir, dedi.

Mehdi Resulü göreyim diye çok dua ediyordum. ‘Elhamdülillah gördüm’ dedim. Tam çocuğu öpecektim ki, ağlaya ağlaya uyandım. Kalktığımda sabah ezanı okunuyordu.

O gün sabah, yani 26 Mayıs 1960 Cuma günü ihtilal oldu. Hiç kimseye sokağa çıkma izin vermiyorlardı. Camide on sekiz kişi ile cuma namazını kıldık. Caminin içinde iken, saçları kulağına kadar gelen, sakallarının bir kısmı ağarmış, üzerinde devetüyünden bir cübbe, başında siyah takke, siyah sarık bulunan bir zât gördüm ve çok etkilendim. Peygamber Efendimiz (sav) Hazretleri geldi zannettim. Hoca Efendi hutbeyi okuyana kadar ona bakıp bakıp ağladım. Bir yandan da kendi kendime:

“Sen ne yapıyorsun? Senin bir üstadın var” diye içimden geçirmeme rağmen, o zâtı seyretmekten kendimi bir türlü alamıyordum.

Namaz bittikten sonra, o güzel zâtın yanına gittim, elini öptüm. O mübarek insan, yanında bulunanlara hitaben;

“Bu genci bizim eve getirin” dedi. Beraberce o mübarek zâtın evine gittik. Meğer bu zât Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri imiş. Evde beraber kahvaltı yapıp, sohbet ettik.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi:

─ Evladım, bu ihtilal Müslümanlara yapıldı. Müslümanlara yapılan bir darbe oldu. Allah’ın zikrini bırakırsak başımıza çok belalar ve musibetler gelir, dedi ve arkasından;

─ Evladım ben seni çok sevdim, sana bir ders vereyim, dedi. Ben de kendisine:

─ Benim dersim var, dedim. Hacı Mustafa Efendi:

─ Kimden derslisin, dedi. Ben de:

─ Aksaraylı Hacı Ahmet Babadan aldım. Benim annem onun dergâhına mensup zakirlerinden biri, dedim ve nasıl ders aldığımı anlattım.

Hacı Mustafa Efendi Hazretleri:

─ Evladım, Mürşid-i Kamillik babadan evlada kalmaz. Bu şekilde olanlar kabile şeyhidir. Ben sana teberruken ders vereyim de, hakikate erersin, dedi. Daha sonra, halimden anlamış ki:

─ Evladım soracağın ya da anlatacağın birşey mi var? dedi.

─ Ben de kendisine, gece görmüş olduğum rüyayı olduğu gibi anlattım. Hacı Mustafa Efendi Hz.leri;

─ Elhamdülillah evladım, hakikaten “Mehdi Ali Resul” iki, üç yaşlarında, inşallah onu (manen) sen de göreceksin. Ayrıca, kalbin camiye çok bağlıymış, rüyan sahihadır. Zira Rasulullah (sav) Efendimizin şekline şemailine şeytan giremez, O’nu rüyasında gören, gerçekte görmüş gibidir, dedi ve hayır dua etti.

Çorum' a Yolculuk

Abdullah Baba (ks) Hazretleri, 1969 yılına kadar Bilal Baba’nın manevi feyzinden istifade etmiş ve bu zaman zarfında üstadının övgüsüne mazhar olup himmet ve gayretleri ile Allah’a giden yolda oldukça mesafe kat etmiştir. Ancak 1969 yılında Bilal Baba’nın vefat etmesi ile Vuslatı henüz tamam olmayan ve içindeki kemalât ateşi gün geçtikçe daha da artan Abdullah Baba (ks) Hz.leri istihare yapar ve rüyasında;

Hızır (as), İlyas (as) ve Zekeriya (as) tarafından kendisinin, Çorumlu Hacı Mustafa Anaç Hz.lerine intisap etmesi gerektiği, manen dosyasının orada olduğu söylenir. Bu görmüş olduğu rüyadan sonra, kendisini Hakk’ a vasıl edecek olan Çorumlu Hacı Mustafa Baba (ks) Hz.lerine gidişini ve yaşadığı durumları üstadımız bize şöyle anlattılar. Cennet mekân Bilal Baba vefat ettikten sonra, maneviyatın işareti ile dosyamızın Çorum’da olduğunu ve Çorum’a gitmem gerektiğini öğrendim. Fakat o sıralar maddi yönden oldukça sıkıntılı bir dönem içerisinde idik.Çorum’a gidecek yol param dahi yoktu. Bu yüzden maddi durumum iyi iken aldığım Sahih-i Buhar-i isimli oniki ciltlik kitaplarımı satıp yol parası yapmayı düşündüm. Ve o dönemde devamlı içki içen, mahalle arkadaşıma:

─Ben de Sahih-i Buhar-i kitapları var. Bunları satmam gerekiyor, alır mısın? diye sordum. O da bana, alabileceğini söyledi. Arkadaşımın, annesi:

─ Oğlum bak ne güzel! Ramazan ayı girdiğinden beri içki içmiyorsun. Abdullah Efendi bir mübarek zâtı ziyarete gidiyor. Sen de Abdullah Efendi ile yolculuk yapsan. Hem Abdullah Efendi’nin kalacak yeri ya olur, ya olmaz. Çorum’a gitmeden önce, Ankara’da dayının oğluna uğrarsınız. Oradan Çorum’a gidersiniz, demiş. Annesinin söylediklerine ikna olmuş. Beraberce yola çıktık.Önce Ankara’ya gittik. Orada bir gün kaldık, ertesi gün Çorum’a geçtik. Ramazan ayı içerisinde olduğumuz için akşam iftar vakti bir lokantaya girdik, oruçlarımızı açtık. Yemekten hemen sonra, beraberce Çorumlu Hacı Mustafa Efendi’nin evine vardık. Mübarek zât, misafirlerini buyur etti ve sohbet etmeye başladı. Sohbet bittikten sonra, bize de ikramda bulundu, halimizi hatırımızı sordu. Ben de, geliş sebebimizin kendisinden ders almak olduğunu, istihare yaptığımı, manen dosyamın Çorum’a geldiğini anlattım.Mübarek de bize:

─Evladım Abdullah Efendi, sen bir daha istihare yap, deyince. Ben de kendisine:

─Efendim, siz bana daha önce Rufai dersi vermiştiniz. İkinci bir istihareye gerek yok” dedim. Hacı Mustafa Efendi yine:

─Ah evladım, bu nefis, Firavundan daha kötü, devamlı şek şüphe verir, onun için istihare yap. Bende:

─Peki, Efendim, dedim. Üstadımız Hacı Mustafa Efendi, bize teravih namazını kılacağımız camiyi tarif ettikten sonra;

─Evladım, sahura buraya gelin, beraber sahur edelim, dedi. Daha sonra teravih namazını kılmak için oradan ayrıldık. Namazdan sonra kalacağımız otele gittik ve yattık.. O gece rüyamda;

─Büyük bir ateş yakılmış, içine insanları atıyorlardı. Etrafta da uzun boylu, yeşil elbiseli, zırhlı, ellerinde kılıçları olan asker toplulukları vardı. O sırada askerlerden bir tanesi geldi ve bana kılıç salladı. Fakat kılıç bana değmeden gitti, kendisini vurdu. Bunun üzerine o asker telaşlandı:

─Aman Ya Rabbi burada bir zât var, dedi. Hemen koşup komutanlarını çağırdı. Komutanları, başındaki miğferin üzerine yeşil sarık sarmış heybetli bir zât idi. Yanıma yaklaştı, miğferinin ucunu yukarıya doğru kaldırdı. Alnında yeşil yazı ile Mehdi Resul yazan mührünü gördüm. Ben onun mührüne bakarken o da yanındaki askerlerine dönerek:

─Siz Abdullah Efendi’ye nasıl kılıç sallarsınız! Bu zât manen vazifelidir. Kim bu zâta dokunmaya kalkarsa, zararı kendisi görür, sıkıntıya düşer. Onun sırtında “Lam Elif” harfi vardır. Arkasından üzerimdeki gömleği çıkartıp, sırtımı açtı ve baktı. Bu şekilde rüyam bitti. Tam o anda otel odasının kapısı çalındı, uyandım. İçeri gelen Hızır (as) idi. Bana;

─Abdullah Efendi yüz defa “Ya Vehhab” diyeceksin, dedi. Ben de:

─Üstadım Hacı Mustafa Efendi derse çekerim, gerçi Allah’ın (cc) ismi ama üstadımın izni ve telkini olmadan hiç bir şey söylemem, dedim. Kapıyı kapattı, bir müddet sonra tekrar girdi. Yine aynı şeyi söyledi. Bu hadise üç kere oldu. Bu olaylar cereyan ederken saat üçü çeyrek geçmişti. Arkadaşım ile birlikte sahur yemeği için Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretlerinin evine gittik. Beraber sahur yemeği yedikten sonra;

─Evladım istihare yaptın mı? Ben de kendisine, görmüş olduğum rüyayı ve otel odasına gelen kişinin bana “Ya Vehhab (cc)” ismini okumamı söylediğini ve ona kabul edemeyeceğimin sebeplerini olduğu gibi anlatınca, Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri:

─Maşallah evladım! Rahmetli Bilal Baba sana çok nazar etmiş, seni çok iyi yetiştirmiş, halifelik makamına kadar çıkartmış. Evladım sen çok fukarayı sabiriynsin. Vehhab (cc) ismi, çok verici, çok genişletici anlamındadır. Günde yüz defa değil de, her farz namazlardan sonra on dört defa söyle.

─Peki, Efendim, dedim. Arkasından bana şöyle dedi:

─Evladım Abdullah, kapıyı açıp sana telkinde bulunan kimdi biliyor musun? Ben de;

─ Hızır (as)’dır Efendim, dedim. Hacı Mustafa Efendi Hz.leri:

─ Nereden biliyorsun?

─ Efendim, kendisini sık sık görüyorum. Üstadım da bize:

─ Evladım, insanlar Hızır (as)’ı göreyim, ondan ders alayım diye yanar. Sende hiçbir değişiklik yok, dedi. Cevaben kendisine:

─ Efendim, Hızır (as) da bir insan, Nebi değil ki. Hz. Peygamber(sav)’e âşık olduğu için Allah (cc) Teâlâ’ya;

O’nun ümmeti olmak için dua etti. Allah (cc) , O’na deccaliyet zamanına kadar müsaade etti. Deccal öldükten sonra, O da ölecek. Peygamberimizin bir ümmetidir. Ama bana siz lazımsınız, çünkü siz Peygamber varisisiniz. Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hz.leri, bu cevaba tebessüm ile karşılık verdi ve arkasından şöyle devam etti:

─ Evladım sen çok fakru zaruret içerisindesin. İnşallah sana yardımcı olalım da, borçlarından kurtul. Nevşehir’de fasık bir kişi sana yardım edecek, onun bu yardımını reddetme. Zira o senin duan ile o düştüğü ateşten kurtulacak… Aslında Efendi Hazretleri, burada teslimiyetin ölçüsünü çizmiş; teslim olacak bir müridin, üstadını herşeyden daha ziyade ittiba etmesi gerektiğini anlatmıştır. Tıpkı sadakat örneği, Hz. Ebubekir-i Sıddık (ra) Hazretlerinin Miraç olayı ile ilgili olarak;

“Senin arkadaşın bir gecede kısa bir sürede pek çok mukaddes beldeyi gezdiğini, miraca çıktığını ve Allah-u Teâlâ Hazretleri ile konuştuğunu söylüyor. Sen ne dersin?” dediklerinde, hemen Hz. Peygamberin yanına gitmiş;

“Ya Rasulullah! Sizin ağzınızdan çıkan her söze şu gözümün gördüğünden daha fazla itibar ederim” diyerek, tam bir teslimiyet örneği göstermiş olduğu gibi. Hacı Mustafa Efendi Hz.leri daha sonra:

─ Evladım Abdullah! Sen buraya, bizden ders almaya geldin. İstihareni yaptın. “Elhamdülillah” imtihanı geçtin, biz de sana Evradı Şerifeni verelim inşallah, dedi. O an yakasına yapıştım ve kendisine:

─Efendim, bizim memlekette âlimler, vaazlar, müftüler var ama ben buraya sana geldim. Beni Rasulullah (sav) Efendimize vasıl edemezsen, mahşerde Liva-ül Hamd sancağına götüremezsen, huzuru mahşerde yakana yapışırım, dedim. Mübarek gülümsedi ve:

─ İşte bize böyle bir erkek lazım evladım, dedi.

─Allah (cc) razı olsun, çok memnun oldum. Buna küstahlık demezler, cesaret ve şecaat derler. Sen de benim dediklerimi tutarsan; yalan söylemez, haram yemez, ailenle iyi geçinirsen, her ne gelirse gelsin Allah (cc) dan geldiğini bilirsen, ihsan üzere yaşarsan, Allah’ın (cc) Habir ismi ile haberdar olup seni her yerde gördüğünü bilirsen, seni istediğin yere götürürüz... Evladım, Allah-u Teâlâ Hazretleri senden razı olsun, sadakatinden hoşnut kaldım. Bundan sonra İnşallah Allah’ın vermiş olduğu nimetlerden istifade et. Seni biraz zayıf gördüm, ye, iç. Yalnız, midene haram girmemesine dikkat et, şehvetin başka yere gitmesin. Bu dediklerimi tatbik et, yolda kalmazsın, buyurdu ve daha sonra bize Rufai Tarikatı üzere ders verdi. Elhamdülillah. Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hz.lerine, ne iş yapacağımı sordum.

─Evladım ayakkabı al sat, deyince;

─Ben deri imalatçısıyım, al sat işinden pek anlamam Efendim dedim.

─Öğrenirsin evladım, dedi.

─Peki, Efendim, dedim. Sabah namazını kıldıktan sonra müsaade isteyip Nevşehir’e döndüm. Hiç kimseye borcumuz kalmasın, kimseyi kapımıza getirmeyelim diye sürekli çalışıyordum. İhtilal döneminde zararımız çok olduğu için öderken oldukça zorlanıyorduk. Bir gün yolda yürürken birisi bana seslendi bir baktım Üstadımın sana yardım edecek dediği Ekmekçi Rıza Efendi:

─Hayırdır Abdullah, senin bir derdin var. Kaç gündür takip ediyorum, yüzün gülmüyor. Gel seninle bizim eve bir gidelim, bir konuşalım, dedi.

─Evine gittik, yemek ikram etti. Bu arada odada kimse yokken, bana oldukça yüklü bir miktarda para verdi.

─Abdullah Efendi, bu parayı al. Sen dürüst bir insansın. Borçlarını öde, daha sonra kazandıkça sen de bana ödersin, dedi. Onun bana verdiği para ile bütün borçlarımı kapattım. Deri imalathanesini de satıp; elime on iki bin lira geçti. Paranın altı bin lirası ile ayakkabı satışına müsait bir dükkân kiraladım. Altı bin lirasını da dükkâna mal satın almak ve İstanbul’a gitmek için ayırdım. Nevşehir’in tanınmış hocalarından biri:

─Duyduğuma göre İstanbul’a gidiyormuşsun. Senden bir istirhamımız var, dedi. O dönem içerisinde de Milli Selamet Partisi çok konuşuluyordu.

─Buyurun, dedim. Hoca Efendi de bana:

─Abdullah Efendi, şu Necmettin Erbakan abdestsiz namaz kılıyormuş. Açık saçık bir kadınla evlenmiş, kızı barlarda gezermiş. Almanya, Müslümanları tefrikaya düşürsün diye ajan göndermiş. Şu mektubu al. Bunların doğru olup olmadığını öğrenmemiz için Fatih’te İskender Paşa Camii İmamı Mehmet Zahit Kotku Hazretlerine ver. Eğer olumlu bir cevap verirse;

biz de Selamet Partisini Nevşehir’de açalım, dedi. Hoca Efendinin verdiği mektubu aldım:

─İnşallah sorarım, dedim. Daha sonra yanlarından ayrılıp otobüsle İstanbul’a doğru yola çıktım. Yolda giderken otobüste bir rüya gördüm. Rüyamda;

─Uçağa biniyorum fakat uçak yavaş gidiyordu. Bu esnada uçağın camını delerek uçaktan çıktım. Uçaktan daha hızlı uçmaya başladım. Uçarak Almanya, Hollanda, Belçika, Fransa, Mısır, Suriye, Mekke ve Medine’ye gittim. Bu sırada denizin içine daldım. Balıklar Allah’ı zikrediyorlar, ben gittikçe bana yol verip istikbal ediyorlardı. Sudan çıktım, dağlarda, ovalarda, kabristanlarda, kiliselerde zikir yapıp, camilerde vaaz ettim. Bu esnada üzerimde cübbe, başımda sarık vardı. Rüyamın devamında;

Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri:

─Evladım Abdullah, bizi ziyarete gelmeyecek misin? dedi. Ben de kendisine:

─ Efendim, Peygamber Efendimiz (sav) Hazretleri;

İstanbul’u fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel asker”, diyerek sizi ve askerinizi övdü, methetti. İnşallah, önce sizi ziyaret edeceğim, dedim ve bu şekilde uyandım.

─İstanbul’a iner inmez, Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri’nin Türbesi’ne gittim. Ziyareti yaptıktan sonra, yanıma bir zât yaklaştı:

─Ben, Kemahiye Müftüsü Muhammet Koyunoğlu’yum. Kemahlıyım, sizinle ahiret kardeşi olmak istiyorum, dedi. Bir müddet orada sohbet ettik ve ikimiz beraber, Mehmet Zahit Kotku Hazretleri’nin yanına gittik. Mehmet Zahit Kotku Hazretleri beni sağına, müftüyü soluna oturtturdu. Bir müddet sohbet ettikten sonra Mehmet Zahit Kotku Hazretleri:

─Bir soracağınız var mı? dedi. Müftü Efendi, gördüğü rüyayı ve başından geçen hadiseyi anlattı:

─Efendim, dedi. Gece rüyamda Rasûlullah (sav)’ı gördüm, mübarek elini öptüm.“Seni çok seviyorum. Sana nasıl hizmet edeyim Ya Rasulullah”, dedim. Rasûlullah (sav) Efendimiz mübarek şahadet parmağını kaldırdı. Ucundan lamba gibi bir nur çıktı. Bir anda kendimi Erzincan’da, sinema binasında buldum. Erbakan Hoca orada konferans veriyordu. Hayretler içerisinde kaldım. Rasûlullah (sav) Efendimiz bana;

“Evladım ona hizmet etmek, bana hizmet etmek gibidir”, diye buyurdular.

Bu şekilde uyandım. Daha sonra Erzincan’a gittim. Erbakan Hoca’yı, Rasûlullah (sav) Efendimizin gösterdiği salonda milli görüş hakkında konuşma yaptığını gördüm. Mehmet Zahit Kotku Hazretleri de Müftüye dönerek:

─Necmettin Erbakan, ahlâkında, edebinde, milletini ve devletini seven insanlığa hizmet etmek için her yeri gezen, ilim sahibi güzel bir insandır. Saçının telinden tırnağına kadar iman doludur. Kur-an’ı Kerimi anlayan ve yaşayan birisidir. Peygamber Efendimiz (sav)’e âşık, Hadis âlimidir. Mübarek bir insandır, dedi. Mehmet Zahit Kotku Hazretleri, Müftü Efendinin rüyasını tevil edince; ben de Erbakan Hoca ile ilgili konu hakkında aydınlanmış oldum. Daha sonra bana dönerek, halimi, hatırımı sordu. Ben de kendisine, İstanbul’a gelirken otobüste görmüş olduğum rüyayı anlattım. Mehmet Zahit Kotku Hazretleri:

─Evladım sen Şerif misin? Seyit misin? dedi.

─İkisi de değilim, dedim. Tekrar sordu:

─Emir Sultanlardan mısın?dedi. Ben, yine:

─Hayır, Efendim, dedim. Mehmet Zahit Kotku Hazretleri:

─Senin rüyan sahihadır. Büyük bir irşatçı olacaksın. Rüyanda gördüğün memleketlere gideceksin, defalarca hac ve umre yapacaksın. Ömrün uzun olacak. Sakalın ağaracak, dedi.

─Aman Efendim! Aç tavuk kendini buğday ambarında zannedermiş. Bizim oraları gezmemiz mümkün değildir. Ben evimin maişetini karşılayamıyorum. Kaldı ki buralara gitmek... Yıldızlar ne kadar uzaksa, oralara gitmek bana o kadar uzak. Allah affetsin! Ben ne evliyalık, ne irşatçılık isterim. “İlahi ente maksudi ve rızake matlubi Ya Hazreti Allah.” Allah’ım bana “kulum” desin yeter, dedim. Mehmet Zahit Kotku Hazretleri;

─Evladım, Allah(cc) külli şeye kadirdir. Bunların hepsi olacak. Sen istesen de istemesen de, Cenab-ı Allah bunları sana nasip edecek. İnşallah bizlere de dua etmeyi unutma, dedi. Bana “Tasavvuf ve Ahlak” isimli üç ciltlik kitap hediye etti.

Mübarek zâtın duasını aldıktan sonra müsaade istedim. İstanbul’da işlerimi halledip tekrar Nevşehir’e döndüm. Bu tarihten sonra kundura alıp satmaya başladım. Mehmet Zahit Kotku Hazretleri de, her bayramda, mübarek gün ve gecelerde kutlama tebrikleri gönderirdi. Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.leri bizlere:

─ Evladım bir şeyh gördüğünüzde yanına varın, zikirlerine katılın, hayır duasını alın. Çünkü onlar bir bal arısına benzer, yani arıların beyidir. Arılar bey etrafında toplanırsa bal üretir. Bunun için “sen falan tarikattasın” diye birbirinizi dışlamayacaksınız. Ayrı gayrı diye bir şey olmaz”, derdi. Kundura alıp satmaya yeni başladığım dönemlerde, Nevşehir’de bir cami yaptırılacaktı. Caminin yapımı için dernek kurulmuş, bu vesile ile camiye yardım toplanıyordu. Ben de cami yapımına yardım etmek istiyordum ve Allah’a (cc) dua ettim. Dedim ki;

“Ya Rabbi, yarın yapacağım satıştan kazandığım parayı bu caminin yapılması için nezrediyorum. Sen bol kazançlı, bereketli bir gün nasip et.” Ertesi gün dükkânımı açtım. O gün öyle bir iş oldu ki, nerede ise bir ayda yaptığım satışı bir günde yapmıştım ve elime yüklü miktarda para geçmişti. Akşama doğru nefsim vurdu. Tabii o zaman genciz, nefsimiz bizi alıkoymak istiyor: “Aman sen bu kadar demiştin, günlük cironu verecektin. Bak kazandığın büyük bir meblağ, birazıda sana kalsın”, diye sürekli baskı yapıyordu. Neyse, akşam oldu dükkânı kapattım. Doğruca derneğe gittim ve dernek başkanına parayı verdim. Dernek başkanı:

─Abdullah Efendi, bu kadar parayı Nevşehir’in en zengini bile vermedi. Ben bunu almayayım, senin gibi küçük esnaf için bu meblağ çok büyük, dedi. Ben de:

─Zaten nefsim beni zorluyor, siz de ona yardımcı olmayın. Şu parayı alın da ben gideyim, dedim ve parayı verdim. Çok şükür nefsime yenilmemiştim. O gece rüyamda; “Hz. Ali (kv) Efendimizi, Cennette tarifi mümkün olmayan bir köşk inşa ederken gördüm. Öyle güzel bir köşktü ki tarifi imkânsız! Her tarafı kırmızı zümrütlerle kaplanmış, bakanın bir daha bakmak isteyeceği türden… Selam verdim; “Ve aleyküm selam” dedi. Aramızda perde gibi bir set var, oradan sordum:

─Efendim, bu köşkü kime yapıyorsunuz? Bu hangi Peygamberin köşküdür, dedim. Hz. Ali Efendimiz sanki benimle çok eski bir dost, bir ahbap gibi konuşarak:

─ Abdullah Efendi, bu köşkü sana yapıyorum, dedi. Ben de aramızdaki o perdeden geçmek istedim. Öne doğru adım attım. Hz. Ali Efendimiz, beni iki eliyle iteledi. Bir adım attım, yine iteledi. Bir adım daha attım, yine iteledi. Üç defa atlamak istedim, üçünde de geri iteledi. Böylece rüyam bitti. Üstadımın yanına gittim ve kendisine olayı ve rüyamı tafsilatıyla anlattım. Üstadım:

─Evladım Abdullah, ahiretini kişi bu dünyada mamur eder, bu dünyada kazanır kazanç yeri burasıdır, buyurdu. Sen, ahireti istemişsin. Ancak Hz. Ali (kv) Efendimiz’in seni üç defa itmesinin hikmeti; senin otuz yıl daha dünya âleminde yaşayacağına delalet ediyor, buyurdu. Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.lerini ilk zamanlar bana rabıta vermediği halde bile görürdüm. Yine bir gün ziyaretine gittiğimizde bana:

─Evladım sen rabıtanı nasıl yapıyorsun? diye sordu Bende:

─Efendim henüz rabıta vermediniz deyince:

─Oğlum bundan sonra rabıtanda “babanın cübbesi altındayım” diye söyle, dedi. O an iki kaşının ortasına baktım. Bakar bakmaz bayılacak gibi oldum. Bütün yüzü bir anda nur oldu, bir müddet sonra ceset kayboldu. Tamamen nur olarak gördüm. O günden sonra rabıtamızı hep bu şekilde yaptık. Bir gün Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerini mübarek bir günü ihya etmek için Nevşehir’e davet ettim. O da bana:

─Evladım, Vali’ye çık. “Efendim, Benim üstadım gelecek, şiş burhanı yapacak, zikrullah yaptıracak, sohbet verecek” diye söyle;

eğer izin verirse, ben de gelirim, dedi. Bunun üzerine üç beş kişilik bir heyet ile dilekçe yazarak valiye çıktık. Vali, dilekçeyi okudu. Yanında da Alay Komutanı vardı. Vali bana dönerek:

─Abdullah Efendi, burada hiç hoca yok mu da, ta Çorum’dan üstad getiriyorsunuz? dedi. Biz de kendisine:

─Efendim, bu üstad başka. Nevşehir’e davet edeceğimiz zât Allah’ın evliyası, deyince Vali Bey:

─Bu zamanda evliya da mı var? diye sordu. Telefonla Müftü Efendiyi arayıp, acele gelmesini söyledi. Kısa bir süre sonra Müftü Efendi de geldi. Vali Bey Müftü’ye:

─ Bak Abdullah Efendi ne diyor. Bu dönemde evliya olduğunu, şiş burhanı olduğunu söylüyor. Dedikleri doğru mu, dinimizde bunların yeri var mı? diye sordu. Müftü Efendi, vali beyin sorularına biraz gevşek cevaplar verdi. Ben de Müftünün bu şekilde konuşmasını hoş karşılamadım ve ayağa kalkarak:

─Müftü Efendi, söylediklerinden mesulsün. Sen bir din adamısın, bunların doğru olduğunu söylemezsen; sen Allah indinde suçlu duruma düşersin. Seni Rabbime şikâyet ederim, dedim. O anda Vali Bey:

─Abdullah Efendi, burası valilik makamı, burada tartışmayın. Müftü Efendiyle sorununuzu kendi aranızda halledin, dedi. Ve oradan ayrıldık. Daha sonra Vali Bey Emniyet Müdürlüğünü aramış ve hakkımızda tahkikat yaptırmış. Onlar da Vali Bey’e:

─Efendim bu insanların hiç birisinin dosyalarında en ufak bir suç duyurusu yok, temiz insanlar, demişler Müftü Efendiyi arayıp bu programı tertip etmemizi Alay Komutanını ile birlikte bizim zikrimizi merak ettiklerini söylemiş. Müftü Efendi de beni arayıp Bekir Efendi Camiinde sohbet yapmamıza müsaade edildiğini haber verdi. Hemen Üstadım Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerini aradım:

─Efendim, sizin dediğiniz şekilde Vali Beye çıktım ve dediklerinizi söyledim. O da Müftü Efendiyi çağırttı, birkaç pürüz haricinde müsaadeyi aldık, dedim. Üstadım:

─Evladım Abdullah, Allah senden razı olsun. Ben seni imtihan etmiştim, imtihanı kazandın oğlum, dedi. Mübarek gün Bekir Efendi Camiinde sohbet ve zikrullah yaptık. Vali Bey ve Alay Komutanı’nın adamları zikir ve sohbetimizi seyredip dinlediler. Hiçbir sorun yaşanmadan o mübarek günü ihya ettik.

Bir gece uzandığım bir halde tespih çekerken, kalbimde bir genişleme meydana geldi. Tavana baktığımda tavandan içeridekileri görmeye başladım. Daha sonra Sabah namazına kalkanları, ondan sonra Teheccüt namazına kalkanları görmeye başladım. Kalbim biraz daha genişledi İç Anadoluda ki manevi yıldızları, sonra Türkiye de ki, en son Dünya da ki bütün büyük zâtları gördüm. Sabaha kadar böyle devam etti. Sabah namazını kıldım. Birkaç gün sonra Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerini ziyarete gittiğimde hadiseyi anlattım. Kendisi;

─Elhamdülillah evladım, altıncı esmaya yükseldin. Bundan sonra halakayı zikirlerde “Hay Hay Allah, Hu Hu Allah” ismi esmalarını yaptırmaya yetkilisin”, dediler. 1978 yılında Üstadımızın yanına ziyarete gitmiştik. Mübarek, bize sohbet ettikten sonra kendisine:

─Efendim Nevşehir’den bir arkadaşımızın basireti açıldı. Kabir halinden anlar oldu, dedim.

─Üstadımız o kalp gözü açık arkadaşa dönerek şöyle sordu:

─Evladım Abdullah Ağabey’ini nasıl seviyorsun? O da:

─Canımdan çok seviyorum, dedi.

─Nerede çalışıyorsun? diye sordu

─Tekstil fabrikasında, dedi.

─Abdullah ağabeyin sana o işten çıkacaksın, derse ne dersin?

─Çıkarım Efendim.

─Ailenden boşan derse ne dersin?

─Boşanırım Efendim, deyince. Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.leri şöyle devam etti:

─İşte oğlum, Abdullah Ağabeyine olan bu sevgin seni bu makama getirmiş, dedi. Orada bulunduğumuz sırada Çorumlu dervişlerden bir tanesi Hacı Mustafa Efendi Hz.lerine sordu?

─Efendim Nevşehirli dervişlere çok hürmet edip seviyorsunuz, sebebi hikmeti nedir? Hacı Mustafa Efendi Hazretleri şöyle cevap verdi:

─ Oğlum sizler yanımda, onlar ise canımdalar. Ta Nevşehir’den çıkıp Aşk ile muhabbet ile bizi ziyarete geliyorlar. Evladımız Abdullah Efendiyi on iki piran Hz.leri de destekliyor, diye açıklama yaptı. Daha sonra mübareğin yanından müsaade istedik ve Nevşehir’e geri döndük. Yine 1978 yılında, Mevlana Hazretleri’nin türbesini ziyaret için Konya’ya gittim. Ziyaret esnasında türbede huzurda (hizmette) bulunan bir kimse yanıma geldi:

─Efendim, bu gece divan burada toplandı. Size manevi görev verilmesi için işaret ettiler. Mevlana Hazretleri sizin için çok hoş şeyler söyledi. Bütün Piranlar tasdik ettiler. Ancak Bahaddin Nakşibendî Hazretleri daha erken olduğunu söyledi ve ileri bir zamana tehir ettiler. Sizinle tanışmak istedim. Bizlere duacı olun, dedi. Türbede hizmet eden bu zât manevi hali açık biriydi. (Allah rahmet eylesin.)

1980 yılı Eylül ayının onikinci günü ihtilal oldu. Yine inanmış insanların tutuklandıkları, zulme uğradıkları, örtüye, dine, kutsal kitaba saygısızlığın alıp yürüdüğü günler başlamıştı… Efendi Hazretleri bu durumdan dolayı çok üzülüyordu. Sıkıntısından uyuyamıyor, sabahlara kadar namaz kılıp, Müslümanlar için dua ediyordu. Yine sıkıntılı bir günün gecesinde bir rüya görür. Rüyasını şöyle nakletmiştir;

“Kırklar divanı toplanmış, mübarek zâtlar halaka halinde oturmuşlar. Bana da oturmam gereken yeri gösterdiler. Ben de oturdum bir müddet sonra tefekküre daldım. Suyun içindeki mahlûkatın nasıl rızıklandığını gördüm. Küçük balık, büyük balığın dişlerinin arasındaki artıklarla rızıklanıyor, büyük balık ise küçük balığı yiyerek rızıklanıyordu. Birbirlerine rızk oluyorlardı. O sırada nefis kendime getirdi. Divan-ı Salihin’deki zâtlara;

─Efendiler rızkı Allah’ın verdiğine iman ettik. O’na tam bir inanç ile bağlandık. İyi mümin olmak için tüm eziyetlere katlanıyoruz. Ancak kendini bilmez insanların aşağılamasına, hakaretlerine maruz kalıyoruz. Dayak yiyor, hapislere atılıyoruz. Hanımlarımız sokağa rahat çıkamaz oldu. Tüm Müslümanlar kabuğuna çekilmiş, eziyetleri görmezden geliyoruz. Bütün dünyadaki Müslümanlar eza ve cefa görüyor, biz duruyoruz. Ne zaman kendimize geleceğiz, kurtuluş ne zaman? dedim. Şeyhim Hacı Mustafa Efendi bana baktı sukut etmemi söyledi. Yan tarafımdan birisi işaret ederek:

─ Sol tarafındaki zamanın Kutb-ul Aktab’ı. Ona bir tokat vur kendine gelsin, dedi. Sol tarafıma döndüm O mübareğin yüzünde ki nuru görünce o kadar etkilendim ki, o kadar sevindim ki kabaran ruhum birden sakinleşti, tekrar tefekküre daldım. Bu sefer karadaki mahlûkatın nasıl rızıklandığını gördüm. Öyle ki toprağın altındaki, kayaların içindeki kurtların dahi yeşil yaprak yediğini gördüm.

─Aman ya Rabbi, Metin olan Allah, her yerde, her yarattığı mahlûkatın rızkını veriyor. Allah’ım sen her şeye kadirsin. Bizleri bu zulümlerden kurtar. Bu Müslümanlara bir çare yok mu? diye bağırdım. Sağımdan birisi:

─Solundaki zamanın Kutb-ul Aktabı’dır. Ona bir tokat vur kendine gelsin, dedi. Soluma baktım onun nuru ve güzelliği beni yine etkiledi. Yine tefekküre daldım. Bu sefer havadaki mahlûkatın nasıl rızıklandığını gördüm, yine kendime geldim. Müslümanların kurtuluşu ne zaman olacak, diye feryat ettim. Yine yanımdaki:

─Solundaki zamanın Kutb-ul Aktabı’dır. Ona bir tokat vur, dedi. O sırada uyanmışım. O günün sabahı, namazdan sonra cemaat ile zikir yaptık. Arkadaşlara hitaben:

─Çorum’a gitmek isteyen var mı? Diye sordum. Arkadaşlar:

─Hafta sonu değil nereden çıktı, Çorum’a ziyaret…

─Ben bugün gideceğim, gelmek isteyen varsa gelsin, dedim. Arkadaşlardan katılanlar oldu. Bir minibüs ile Çorum’a gittik.. Hacı Mustafa Efendi Nevşehir’den gelenleri misafir etti. Herkes soracaklarını sordular. Daha sonra:

─Efendim sizinle yalnız görüşmek istiyorum, dedim. Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri’ne gördüğüm rüyayı anlattım. Efendim Hazretleri:

─Maşallah, Sübhanallah. Evladım kırklar divanına girmişsin. Sen hayret makamını da görmüşsün. İbrahim Hakkı Hazretleri de Yüce Yaradan’ın kudretini görüp böyle hayret etmişti de hayret makamında şu dizeleri söylemişti:

Hak şerleri hayr eyler

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler


Bir işi murad etme

Olduysa inad etme

Hak’tandır o, reddetme

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler


Deme şu niçin şöyle

Yerincedir ol öyle

Bak sonunu sabreyle

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler


Gel hayrete dal bir yol

Kendin unut onu bul

Hal ile dahi olma

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler.

Hacı Mustafa Efendi Hz.leri bu dizelerden sonra şöyle buyurdu:

“Kırklar divanındaki evliyalara gelince, evliyadan tasarruf alındı. Mehdi Ala-Resul çıkana ve İsa (as) inene kadar bir şey yapamayız. Her kudret ve kuvvet Rabbimin elinde. Biz nasıl isek, bize öyle idareciler veriyor. Yaşadığımız gibi muamele görüyoruz… Televizyona bakıyorsun. Televizyondaki hadiseleri seyrederken müdahale edebiliyor musun? Dünyayı da öyle seyredeceksin. Elimizden bir şey gelmez evladım” dedi. Üstadımız bir ara Kuddüsi Babanın “yüze güler dost, içinden düşman” isimli beyit’ini okuyup şöyle devam etti:

─Evladım, yüzünden gülen dost ama içinden düşman olanlar da var. Senin sağ tarafına gül yağı dökseler methi sena etseler, sol tarafına da ateş dökseler ikisini eşit mesafede göreceksin. İhsan üzere olacaksın. “Ya Rabbi senden gelen her şeye razıyım” dersen;

işte o zaman kemale erersin. Eğer methi sena edeni sever, diğerine kızarsan kemale ermek mümkün değil, buyurdular. Ardından da:

─Ancak gece ve gündüz çalışmamız lazım. Köy köy, kasaba kasaba, kaza kaza dolaşıp, Allah’ı unutan bu millete, Allah’ı sevdirmeyi ona kul olmayı öğretmeliyiz, dedi. 1982 yılında üstadımın işareti ile itikâfa girdim. Yandım, piştim, kül oldum. Mana âleminde; beni kıyma makinesine attılar ve orada kıyma haline getirdiler. Daha sonra, o kıyma haline gelen etin üzerinden silindiri geçirdiler. Kâğıt gibi dümdüz oldu. Daha sonra, onu bir fırına koydular, yaktılar, pişirdiler kül haline getirdiler. Daha sonra fırından çıkardılar, o külü bir kâse içerisine koydular ve Allah-u Teâlâ Hazretlerinin huzuruna götürdüler. Orada, “Ya Rabbi, bu senin için yandı, kül oldu” dediler ve o küllerimi on sekiz bin âleme savurdular. Bu hadiseler yaşanırken, bizzat ben de müşahede ediyordum. Bir baktım ki, on sekiz bin âlemde ben vardım. Her tarafta kendimi gördüm. Güneş ben olmuştum, Ay ben… Yıldızlar ben olmuştum, gezegenler ben… Tüm âlem ben olmuştum. Nefsin yedi makamını aşarak, üstadım bana Seyri suluk’umu tamamlattı. “Elhamdülillah”

Yaşadıkları dönemde, insin ve cinnin en hayırlısı ve en şereflisi olan Mürşid-i Kamil zâtlar, Hakk’a arz olunduktan sonra yer ehli, gök ehli, bütün âlemler bu zâtları tanırlar. Onlar için;

“Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır:

“Allah bir kulunu sevdiği zaman Cebrail’e (as) Ben onu seviyorum. Sende sev der. Cebrail’de o kulu sever. Gök halkı arasında: Allah (cc) filan kulu seviyor sizde seviniz, diye haber verir. Onlarda onu severler. Sonra da yeryüzünde müminlerin kalbine onun sevgisi yerleştirilir.”(R.Salihin)

Allah-’u Teâlâ Hazretleri onlar hürmetine yağmur verir, onların hürmetine zor işler kolay olur. Onların duaları ret olunmaz. Çünkü onlar halkın içinde Hak ile bir olmuşlar, Cenab-ı Zülcelal Hazretleri’nin zâtında değil, sıfatlarında fani olmuşlardır. O zâtlar için hiçbir zorluk yoktur. Onlar, yeryüzündeki seçilmişlerin seçilmişidir. Onlar, Allah-u Teâlâ Hazretleri tarafından hem bu dünya da, hem ahiret de müjdelenmişlerdir. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki;

“Bilesiniz ki Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar (evliyaullah) iman edip takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da ahirette de onlara müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu ( Allah’ın velisi olmak) büyük kurtuluşun kendisidir.” (Yunus /62)

Peygamber Efendimiz (sav) Hazretlerinin en yakınında olan Hz. Ebubekir-i Sıddık (ra) Hazretleri de Rasûlullah(sav) Efendimizin nazarı ile nefsin yedi makamını geçmiş ve fenafillâh makamına geldiğinde;

“Ya Rabbi, benim bedenimi öyle büyüt ki, La ilahe İllallah Muhammedur Rasulullah diyen hiçbir Müslüman cehenneme girmesin” demiştir.

Yine Cihar-ı Yari güzinden, Peygamber Efendimiz (sav) Hazretleri’nin damadı ve Allah’ın arslanı Hz. Ali (kv) Efendimiz de, Rasûlullah (sav) Hazretlerinin manevi terbiyesi altında nefsin yedi mertebesini aşıp fenafillah makamına geldiğinde;

“Görmediğim Allah’a iman etmem”, demiştir.

Pirimiz Mevlana Celaleddin-i Rum-i (ks) Aziz Hazretleri, üstadının himmeti ile nefisin yedi makamını geçmiş, fenafillâh makamına geldiğinde;

“Hamdım, piştim, yandım”, demiştir. Buradan da anlaşılacağı gibi Mürşid-i Kamil zâtlar, Allah (cc) için yanıp kül olmuşlar. O’nun sıfatlarında yok olmuşlardır. Yine bir örnek verecek olur isek, Yunus Emre Hazretleri beytinde

“Taptuğun tapusunda,

Kul olduk kapısında,

Miskin Yunus çiğ idi,

Piştik Elhamdülillah”,

diyerek üstadı Taptuk Emre Hazretleri’nin himmeti ile nefsin yedi makamını aşmış, fenafillâh makamına geldiğinde;

“Yunus Emre’m, kâmil oldu imanın,

Hazreti Hakka vasıl oldu canın,

La mekân şehridir, senin mekânın,

Fenafillâh olduk, Elhamdülillah” demiştir.

Bu zâtların makamı, La mekan, La zamandır. Onlar, mekânın ve zamanın sahibi olan Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin iradesine girmiş, O’nda yok olmuşlardır.

Siirt’in Tillo ilçesinde bulunan, İsmail Fakirullah Tillovi (ks) Aziz Hazretlerinin manevi feyiz ve himmeti ile Hakk’a vasıl olan ve arkasında bizlere Marifetname gibi bir şaheser bırakan, İbrahim Hakkı Hazretleri de bu keyfiyete vardıktan sonra, Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin izni ile onsekiz bin âlemi müşahede etmiş ve şu ifadeleri kullanmıştır;

“Ben uzayın yollarını, Tillo Sokaklarından daha iyi bilirim” Görülüyor ki, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin seçilmiş bu kulları için fenafillâh makamına geldikten sonra uzaklık ve yakınlık söz konusu değildir. Zira Allah-u Teâlâ Hazretleri, böylesi zâtlar için Hadis-i Kutside;

“Ben bir kulumu seversem onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı, söyleyen lisanı ben olurum” buyurmuştur (Buhari).

Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri de, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin zâtında değil sıfatlarında yok olmuş ve Allah (cc)’ın Kur’an-ı Kerim de müjdelediği zümreye dâhil olmuştur. İtikâftan çıktıktan sonra, Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri’nin yanına Nevşehirlilerle gittiğimizde, orada bulunan cemaata;

“Oğlum Abdullah ile bu fakirin şekline şeytan giremez, rüyada kendisini görürseniz sahihtir” dedi. Yine 1982 yılında, rüyamda;

“Büyük bir cami, caminin üzerinde mahvel çıkıyor. Cuma namazı yahut ta bayram namazı gibi iki rekât cehri namaz kılınacakmış. O sırada:

─Mahmut oğlu Abdullah Gürbüz, seni Âdem (as) çağırıyor, dediler. Hemen koşa koşa merdivenden yukarı çıktım. Baktım ki, bütün peygamberler sıralanmışlar. Âdem (as)’ın sağında Rasûlullah Efendimiz, solunda İbrahim (as), diğerleri de soluna doğru sırayla duruyorlardı. Âdem (as) Efendimiz:

─Evladım Abdullah, aşağı in mihraba geç. Ümmet-i Muhammedi irşat et, dedi.

─Benim ilmim yok, hafızlığım yok. Bu kadar insan içerisinde, nasıl vaaz nasihat edeyim, dedim. Âdem (as) , bir Rasûlullah (sav) Efendimize baktı, tebessüm etti. Bir de İbrahim (as)’a baktı. Sonra diğer nebilere baktı. En sonunda, tek duran Şeyh Efendimize baktı. O da beyazlara bürünmüş, sıraya girmek üzereymiş gibi bir hali vardı. “Ahirete irtihali yakın” diye içimden geçirdim.

─Eyvah, Şeyh Efendinin de vakti yakınlaşmış, dedim. Âdem (as) üç defa aşağıya inmemi söyledi. Ben de itiraz ettim. Sonra Şeyh Efendi:

─Aşağı in, dedi. Üzerimde aniden yeşil bir cübbe, başımda da bir ağırlık oldu.Sarık mı yoksa başka bir şey mi, bilmiyorum. Mihraba geçtim. Mihraba geçince bende utanma ve mahcubiyet hâsıl oldu

─Ya Rabbi ben ayet bilmem, hadis bilmem. Bu insanlara nasıl konuşacağım, dedim. Kalbime teveccüh ettim. O sırada kalbime:

“Âdem (as), seni vazifelendirdi. Adem (as)’dan bahset”, diye İlham geldi ve Cenab-ı Zülcelal Hazretleri’nin;

“And olsun ki, biz insanı (Âdem’i) çamurun özünden yarattık, sonra Âdem neslini sağlam bir yerde bir nutfe (azıcık bir su) yaptık. Sonra, o nutfeyi kan pıhtısı haline getirdik, derken o kan pıhtısını bir çiğnem et yaptık. O et parçasını da kemikler haline çevirdik de, o kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratılış (can) verdik. Şekil verenlerin en güzeli olan Allah’ın şanı bak ne yücedir!..”.(Mü’minun/12,14), buyurduğunu ve daha sonra Adem (as)’a nefsin yüklenişini, Havva validemizin yaradılışını, Adem (as) ve Havva validemizin cennetin nimetlerinden istifade ederlerken şeytanın onlara;

“Ey Âdem, sana ebedilik ağacını ve son bulmayacak bir mülkü göstereyim mi” dediğini, bunun üzerine ikisinin de bu ağacın meyvesinden yediğini, hemen ayıp yerlerinin açılıverdiğini, üzerilerine cennet yaprağını örtüp kaçmaya başladıklarını, Âdem’in (as) Rabbine karşı gelip, şaşırdığını, sonra yine Yüce Yaratan’ın onu seçip tövbesini kabul ettiğini, ona doğru yolu gösterdiğini anlattım. Ardından, Allah (cc) şöyle buyurdu;

“Birbirinize düşman olarak, hepiniz oradan inin (cennetten). Artık benden size bir hidayet (Kitap ve peygamber) geldiği zaman, kim benim hidayetime uyarsa; işte o sapıklığa düşmez ve ahirette bedbaht olmaz.” (Ta-ha /122,123) Ayet-i kerimesi’nden de bahsederek, cennetten kovuluşunu, daha sonra Allah-u Teâlâ Hazretlerinin, insanlara tevhit inancını anlatması için göndermiş olduğu peygamberleri sırası ile İdris (as), Nuh (as), Hûd (as), Salih (as), Lût (as), İbrahim (as) ve diğer peygamberlerin hayatlarını kısa kısa anlatıyordum. Hatırlayamadığım yerlerde, gözümün önüne televizyon ekranı gibi görüntü geliyor. Oraya bakıp anlatmaya devam ediyordum.

Bu şekilde Enbiyaların hayatlarını anlattıktan sonra, Cenab-ı Peygamber (sav) Efendimizin, Cihar-ı yâri Güzin olan dört büyük halifenin ve Sahabelerin hayatlarını anlattım. En son Hazreti Ali (ra)’ın kardeşinden ve Peygamber Efendimiz (sav) Hazretlerinin zevcesi, Aişe-i Sıddık’a anamızdan, hadis hafızı olan Ebu Hureyre Hazretleri, Cennetle müjdelenen Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve birçok sahabelerin, Muaviye tarafına geçtiğini ve burada bir içtihat olduğunu ve nefis muhasebesi olduğunu anlattım. Allah nefsimize bırakmasın. Rasulullah (sav) Hz.leri;

“Ya Rabbi! Gözümü açıp, yumana kadar beni nefsime bırakma”,buyurdu ve bunu bizlere nefsin ne kadar şedid olduğunu bildirmek için söyledi, dedim. O sırada uyanmışım. Daha sonra rüyamı Üstadım Hacı Mustafa Efendi’ye anlattım.

─Maşallah evladım! Zaten Bilal Nadiri Hazretleri sana çok teveccüh etmiş, çok sevmiş. Nakib-i Nukaba makamına kadar getirmiş. Bundan sonra her yere ders verebilirsin. Çavuş, nakib görevlendirebilirsin. Üç tane hilafet yazdım. Piranlar mühürledi ama Rasulullah Efendimiz mühürlemedi. İnşallah ölmeden önce açıklayacağım, bayram yapacağız, dedi. Ben de kendisine:

─Aman Efendim bir şey istemiyorum! “İlahi Ente Maksudi ve Rızake Matlubi Ya Hazreti Allah” dedim. Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, yaşadığı sürece ömrünü, ümmeti Muhammedin irşat için sarf etmiş ve elinden geldiği kadar insanlara, Hak ve hakikati anlatmıştır.

─Zira Allah’a dost olmuş ve Peygamber (sav) Efendimizin varisi olan Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, bütün yaşantısını, Hz. Peygamber(sav) Hazretleri nasıl yaşadı ise o şekilde geçirmiştir. Peygamber(sav) Efendimizin Hadis-i Şeriflerinde buyurduğu gibi;

“Sizin en hayırlınız kulları Allah’a, Allah’ı da kullarına sevdirendir”, sözü üzere, Üstadımız da bu aşk ve neşe ile yaşı ilerlemesine rağmen seyahatlerine devam ediyordu. Yine seyahatlerinin birinde Nevşehir’e geldi. Akşam sohbet esnasında,

─Nevşehir’de bir güneş doğacak, bütün dünyayı aydınlatacak, herkes bundan istifade edecek, dedi. Bu esnada sohbette bulunan bir ihvan, Hacı Mustafa Efendi Hazretlerine, bir rüya anlattı:

─Efendim, rüyamda; Abdullah Ağabeyim dört yolun ortasında bir sofra kurmuş. “Allah rızası için oturun” diye çağırıyor. Bu davete uyan fazla kimse olmuyor, çoğu bakıp bakıp gidiyordu, dedi.

Hacı Mustafa Efendi Hazretleri;

─Evladım o sofraya nasibi olan gelir, nasibi olmayan gelemez. Bu dergâhta, bu fakirle, Abdullah Efendinin suretine şeytan giremez. O’nu gördüğünüz zaman o rüya sahihtir, dedi. Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, dergâhın ileri gelenlerini çağırdı, onlara;

“Bize tabi olmalarını” söylüyorlardı. İlk olarak Sivaslı Ali Efendiye;

─Hafızım, Arapçam var diye kibirli olma. Dergâhın sahibi Abdullah Efendi’dir. Ümmi olduğu için sesimizi çıkarmıyoruz. Fitne çıkmasın. Benim vefatımdan sonra eğer ona derviş olmazsan, mahşerde yakana yapışırım. Eğer O seni Allah ve Resulüne vasıl edemezse, sen de benim yakama yapış evladım. Onu hiç incitme, bana yaptığın hürmeti ona da yap, buyurdular. Vefatından üç ay önce yine Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.lerini ziyarete gittik. İstanbul’dan Ali Efendi gelmiş, "üstadımız hasta" diye onu içeriye almamışlar. Beni görünce:

─Sen müsaade ediyor musun? Abdullah Efendi, dediler. Yanlarında Mevlüt Efendi ve Memduh Efendi de vardı. Ben de

─İstanbul’un zakiri Ali Efendi mahrum kalmasın, onu da götürelim, dedim. Hacı Mustafa Efendi Hz.leri ikinci katta yatıyordu. Buram buram terlemişti, alnından öptüm. Tabi çok hüzünlendik. Üstadımıza yolcu alameti vurulmuştu. O anda üstadımız yanımdaki Ali Efendiye dönerek:

─Oğlum, Abdullah Efendiyi bırakma, Oğlum Abdullah Efendiyi bırakma, Oğlum Abdullah Efendiyi bırakma, dedi. O da üç defa:

─Olur, Efendim dedi. Orada bulunan Memduh Efendi de yaşanan hadiselere orada şahit oldu. Büyük bir üzüntü ile oradan ayrılıp tekrar Nevşehir’e geri döndük. Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hz.leri, kibar oturuşu, ayın on dördü gibi parlayan yüzünden, sakalından şule şule damlayarak akan nuru ile insanlara ışık tutan, tatlı ve güzel konuşmaları ve şefkatli bakışları ile o hep hatıralarda kaldı. Yaşantısı gayet mütevazı, eski bir evde geçti. Bir kızı ile bir de oğlu vardı. Oğlu, genç yaşta vefat etmişti. Zaman zaman oğlunun vefat hadisesinden bahsederek;

─Oğlum çok edepli idi. Kimsenin gözünün içine bakmazdı, dinine düşkün bir delikanlı idi. Evlilik çağına gelince evlendirdim. Zifaf gecesine girdiği akşam, karnına ağrı girdiğini söyledi. Hemen hastaneye kaldırdık. O akşam hastanede ruhunu teslim etti. “İnna Lillahi ve İnna İleyhi Raciun” diyerek Rabbimize teslim olduk, derdi.

1984 yılında Hacı Mustafa Efendi Hazretleri hastalandı. Bağırsak kanseri olduğu için çok ızdırap çekiyordu, sürekli uyuşturucu hap veriyorlardı. Yanına gittiğim zaman; Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri kendine gelip de, konuşmasın diye, daha fazla uyuşturucu veriyorlardı. Bunun sebebi Şeyhliğin Çorum’a kalması, başka yere gitmemesi idi. Oysaki Şeyhlik makamının, manen verildiğini idrak edemiyor, nefislerine tabi oluyorlardı. Nevşehir’den de Çorum’a gidip;

─ Efendim siz vefat ettikten sonra ne yapacağız diyenlere:

─Evladımız Abdullah Efendi seyri sulûk’unu tamamlamış kamil bir şeyhtir. O’nu bırakmayın o’nu incitmeyin, dedi. Allah razı olsun, onlar da bırakmadılar. Çünkü bizlerde Allah ve Resulünün yolunu tavsiye ediyorduk.

ABDULLAH BABANIN DİLİNDEN SEYR-İ SÜLÛKU

1982 yılında Üstadımın işareti ile itikâfa girdim.

Üstadım bana:

– Evladım Abdullah! Üç gün, yetmiş bin tevhid okuyacaksın. Üç gün içerisinde Rasulullah (sav)’ı görürsen, on bin salâvat okuyacaksın. O bittikten sonra, tekrar yüz bin tevhid okuyacaksın, arkasından yüz bin Lafza-i Celal okuyacaksın. Tekrar tevhide devam edip en son Lafza-i Celal ile devam edeceksin. Bunun üzerine:

– Peki, Efendim; diyerek eve geldim ve arpa ekmeğinden çörek yaptırdım ve üzerime siyah bir elbise giydim. Evimin uygun bir bölümünde karanlık bir yer oluşturup, orada İtikâf’a girdim. Kaldığım yer katiyen ışıklı bir yer değildi. Sadece küçük bir ampul vardı. Yemeğimi yiyeceğim zaman takar, diğer zamanlarda da çıkarırdım. İçeri girdiğimde ilk olarak iki rekât Allah rızası için namaz kılıp, İtikâf için niyetimi yapıp, Ümmet-i Muhammed’e dua ederek, Üstadımın verdiği virde devam ettim. İlk olarak Kelime-i Tevhide başladım.

Tevhid okurken her tarafı bir nur kapladı. Bedenim içeride bulunduğu halde, ruhum yükselmeye başladı. İlk olarak Ay’a geldik. Ay çok güzel ve oldukça da parlaktı. Adeta bütün melekler oradaydı. Her biri Allah’ı (cc) ayrı ayrı tesbih ediyorlardı. Oradan Merih yıldızına geldim. Merih yıldızında da sular var, ağaçlar var. Tıpkı Cennet gibi çok muazzam bir yer idi. Yine orada da Melaike-i Kiram Hazeratı Allah’ı (cc) zikrediyorlardı ve daha sonra sırası ile Kutup yıldızına, Kutup yıldızından Güneş’e geldim. Güneş’te de Allah’ı zikreden pırıl pırıl melekler var. Oradan Samanyollarına geldim. Burada da yine melekler ayrı bir zikir yapıyorlar. Bu esnada Bende bir korku başlayınca Üstadım yanımda hazır bulundu.

Ve Bana şöyle dedi:

– Evladım Abdullah! Şimdi şu esmayı söyleyeceksin

Bu arada Vücudum Kelime-i Tevhid zikrini okuyor, “Lâ ilâhe illâllah” diyor. Fakat ruhum ise Üstadımın söylediği esmaları okuyordu. Nihayetinde siyah bir nura geldim. Bu nuru aşmak mümkün değil. Çokta korkmuştum. Nasıl ki televizyonda aydaki insanları gösteriyorlar ve boşlukta duruyorlar, tıpkı onların durdukları gibi Ben de öylesi bir boşluğun içerisinde duruyordum. O sırada su aygırı suretinde bir melek geldi. Sureti öyle büyüktü ki gözleri ve tüyleri dahi:

“Ya zel celali vel ikram ya zül celali vel ikram” diyordu. Çok korktum. O anda hemen Üstadım ve Piran Hazretlerinden yanımda olanlarda vardı.

Bana;

– Evladım Abdullah Efendi; “Ya zel celali vel ikram, ya zül celali vel ikram” esmasını sen de söyle. Melaike-i Kiram Hazeratına sen de eşlik et, dediler.

Ben de aynısını söylerken, sanki o melek yürüyor gibi hareket ederek, üst kısımdan bir yeri fermuar açar gibi o tabakayı açtı. Bir anda oraya nur saçıldı. Bundan sonra Mâna âleminde, beni kıyma makinesine attılar ve orada kıyma haline getirdiler. Daha sonra, o kıyma haline gelen eti silindirin üzerinden geçirdiler. Kâğıt gibi dümdüz oldu. Daha sonra, onu bir fırına koydular, yaktılar, pişirdiler, kül haline getirdiler. Daha sonra fırından çıkardılar, o külü bir kâse içerisine koydular ve Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin huzuruna götürdüler.

Orada: “Ya Rabbi, bu Senin için yandı, kül oldu.” dediler ve o küllerimi on sekiz bin âleme savurdular. Bu hadiseler cereyan ederken, bizzat Ben de müşahede ediyordum. Bir de baktım ki on sekiz bin âlemde kendimi gördüm. Her tarafta zerre zerre Ben vardım.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri, o zerreleri tekrar birleştirerek, kendi bedenimde bütünleştirdi. Daha sonra yine Kelime-i Tevhide devam ettim. Tevhid içerisinde diğer esmaları da söylemeye başladım. Sülûk’ten çıkmama üç gün kala da, ekmek dahi yiyemedim. Çünkü Allah’ı zikrettikçe bir gıda gelmeye başladı. Dilimin altındaki nem, zemzem gibi oluyor ve gıdalandırıyordu. Yatacağım zaman yatamıyor, oturacağım zaman oturamıyor idim. Zira bütün vücudum Allah’ı zikrediyordu.

Nihayetinde, nefsin yedi makamını aşarak, Üstadım Bana seyr-i sülûkümü tamamlattı, elhamdülillah. Bu itikâfı bitirdik. Biz itikâfta iken, memleketimizde bir cinayet olmuştu, onu dahi görmüştüm. Rabbim (azze ve celle) her şeye kadirdir. Türlü türlü seyir yaptırdı. İtikafımı tamamlayıp Üstadımın yanına gittim ve yaşadıklarımı O’na anlattım.

Üstadım Hazretleri:

– Allah razı olsun evladım, elhamdülillah seyr-i sülûkun tamam oldu. Babanın ismini söyle de icazetini mühürleyeyim, dedi.

Ben de kendisine:

– Efendim, Ben buraya icazet için gelmedim: “İlahi ente maksudi ve rızake matlubi Ya Hazreti Allah (cc)” demeye geldim, başka bir şey istemiyorum. Ben er olarak çalışacağım. Eğer rütbeli olursak bizim rütbemizi soyarlar, rütbe namı hesabına çalışıyor diye söz ederler, dedim.

Seyr-i sülûk yaparken bazen şeytan da gelir, nur halinde görünür ve: “ben senden razı oldum, bu tarafa gel” diye çağırır. O anda hemen o kişinin üstadı ve Piran Hazretleri gelir yardım ederler. Allah şefaatlerini üzerimizden eksik etmesin. En sonunda da Resulullah Efendimizin nuruyla her tarafta yok olduğumuzu hissettik.

HIZIR (A.S.) PEYGAMBERİMİZ ZAMANINDA NİYE YOKTU?

İlmini, irfanını, benliğini, bütün varlığını Hazreti Muhammed-ül Mustafa (sav) Efendimiz de yok ederek, irşat meşalesini, O’nun nurundan yakan Hadim-ül Fukara Abdullah Gürbüz (ks) Hz.leri; âlemlere rahmet olan Rasulullah (sav) Efendimizin feyiz ve aşkıyla kemale eren, rahmet madeni, ilahi hakikatler ve Rabbani ilimlerden membâı uçsuz bucaksız bir umman idi...

Ledün ilmi, Allah tarafından özel olarak verilen, yüce bir kuvvetin tecellisidir. Bu nurani ilim ancak takva sahiplerine ve salih amel işleyenlere layıktır. Ledün ilmi, Abdullah Baba (ks) Hz.lerinin tarifi ile birdenbire verilmeyip, lüzum ettikçe Allah tarafından kalbe ilham edilen bir ilimdir. Nitekim kendilerine rüyalarında irşat vazifesi verilirken, Rasulullah (sav) Efendimiz ile yaptıkları o muazzam görüşmelerinde, bunun böyle olduğunu belirtirler ki Üstadımız bunu şöyle anlatmaktadır:

“Bize manevi görev verileceği zaman, Peygamberimiz (sav)’e:

Ya Rasulullah! Benim ilmim yok. Ben bu ağır yükün altından nasıl kalkarım. Bu şerefli görevi ancak Ledün ilmi verilirse kabul ederim; dedim. Hz. Peygamber (sav) ise:

Evladım Abdullah! Ledün ilmi birdenbire verilmez. Lüzum ettikçe Allah tarafından verilir. Hem evladım Seni komutanların, başbakanların, âlimlerin, vaizlerin, bazı yüksek erkânın yanında, onların sordukları sorularına rahatlıkla cevap verdiren, konuşturan nedir? İşte bu Allah’ın izni ile İlmi Ledündür. Bu ilim, lüzum ettikçe hâsıl olur tamam mı evladım dedi.”

“Allah’tan korkun, Allah size öğretir.” (Bakara /182) Müjdesine mazhar olan, kendisine sırların anahtarları verilen Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.leri, Tasavvuf usulünce hakikatleri ve sırları gösteren, daima kalplerde bulunan sırlara vakıf, bir mana sultanı idi. Bulunduğu meclislere âlimlerden, müftü ve din adamlarından pek çok insan gelir, içinden çıkamadıkları konuları, merak ettikleri soruların cevaplarını alırlardı.

Bir gün Sivas’a giden Abdullah Baba Hz.lerinin sohbetine, Sivas merkez vaizi Mustafa Hoca Efendi de misafir olarak gelir. Orada her zaman ki gibi güzel bir gece ve gönüllere ışık olan maneviyat sohbetlerinden bir sohbet ikram olunur. Yaşanan olayı Ziya Bey şöyle anlatıyor:

Abdullah Baba Hazretleri, yine bir keresinde şehrimize geldi ve bir yerde ihvana sohbette bulundular. Bir müddet sohbet yaptıktan sonra: “Sorusu olan var mı kardeşlerim?” diyerek, sorusu olan kardeşlerimizin sorularını beklerken, bu esnada merkez vaizi olan misafir Hoca Efendi söz isteyerek:

Efendim, benim bir sualim var, dedi.

Abdullah Baba, bu kişinin bir âlim ve vaiz olduğunu öğrenince, ilime ve ilim adamına olan sevgi ve saygısından dolayı:

“Aman hocam, siz bir âlimsiniz, Ben ise ümmi bir kişiyim. Siz bizim sohbetimizi dinlediniz. Biz de sizin sohbetinizi dinleyelim” diyerek tevazu gösterdiler. Bunun üzerine vaiz Efendi:

Efendim, bana sık sık sorular soruyorlar. Biz de elimizden geldiğince cevaplamaya çalışıyoruz. Fakat öyle bir soru sordular ki ben bu sorunun cevabını vermekten aciz kaldım. Benim asıl niyetim bu sorunun cevabını sizin gibi ledünni ilme sahip olan bir zattan alabilmek içindir; diyerek sorusunu Abdullah Baba (ks) Hazretlerine tevdi etmek istedi. Efendim de soruyu sormasını istedi. Bunun üzerine Vaiz Hoca Efendi sorusunu sordu:

Kur’an-ı Kerim’de durumu anlatılan Hızır (as)’a, Allah-ü Teâlâ Hazretleri kıyamete kadar ömür verdiği halde, Peygamber (sav) Efendimizin yaşadığı Asrı Saadet döneminde niçin hiç ortaya çıkmamıştır? O kadar savaş olduğu halde hiçbir kıssada neden ismi geçmiyor?

Bu ilginç soru ve sorunun cevabı hakkında, orada bulunan herkes dikkatini büyük ölçüde, Abdullah Baba Hazretlerinin mübarek ağzından çıkacak cümlelere yöneltti. Abdullah Baba, bir müddet sükût ettikten sonra mübarek ağzından şu cümleler döküldü:

Muhterem kardeşlerim, Hızır (as), Kur’an-ı Kerim’de durumu anlatılan ve ilmi ledün sahibi olarak vasfedilen mübarek bir zattır. Musa (as) ile olan münasebetleri dolayısıyla, Peygamber olarak da değerlendirilir. Kendisi Asr-ı Saadet döneminin sahibi olan Fahr-i Kâinat Efendimizin doğumundan önce Allah-ü Teâlâ Hazretlerine şöyle niyaz etmiştir:

Ya Rabbi! Sen yüceler yücesisin. Evet. Ben, Senin ledünni ilim lütfettiğin bir kulunum. Lakin yakında ledünni ilim sultanı olan, Âlemlerin Efendisi Hz. Muhammed (sav) dünyaya teşrif edecek. Ben, O’nun döneminde ilm-i ledün sahibi olmaktan hayâ ederim. Ne olur Ya Rabbi, O’nun sağlığında benden bu ilmi al” diye dua edince, Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri, Hızır (as)’ın bu duasını kabul buyurdu.

Bunun üzerine Hızır (as), Mekke ve Medine çevresinde bulunan bölgelere yakın yerlerde, sakin ve uzlet haline uygun bir yaşayış sürdürdü. Nihayet Allah Resulü (sav) Efendimizin mübarek ömürleri tamamlanıp, o mübarek ruhu şerifleri Yüce Mevlamızın, yüce katına kavuştuğu zaman, Hz. Ömer (ra) Efendimiz, kılıcını çekip:

Kim Muhammed (sav) öldü derse, onun kafasını uçururum; diyerek müdahale edince, orada bulunan sahabeyi kiram arasında bir tedirginlik oluştu. İşte bu sırada Mescid-i Saâdet’in kapısında görünen bir kişi ayeti kerimeyi okuyarak:

Her nefis ölümü tadıcıdır (Hikmete bakınız ki, bu ayet Kur’an-ı Kerim’de üç yerde mevcuttur. Kur’an-ı Kerim Al-i İmran suresi ayet 185, Enbiya suresi ayet 35 ve Ankebut suresi ayet 57) diyerek üç defa orada bulunanları uyardı. Bunun üzerine Hz. Ebubekir-i Sıddık (ra):

Ya Ömer! Allah-ü Teâlâ Hazretleri bakidir. Muhammed (sav) ise fanidir. O Rabbine kavuşmuştur. Kılıcını kınına sok, Ya Ömer; diyerek, Hz. Ömer (ra) Efendimizi teselli ederek, büyük bir kargaşayı önlemiştir.

“İşte burada devreye giren Hz. Hızır (as)’dır. Bundan sonra da Ümmet-i Muhammed’i zaman zaman irşat etmektedir ve etmeye de devam edecektir” buyurdular.

Bunun üzerine merkez vaizi sormuş olduğu sorunun cevabını almanın büyük mutluluğu içerisinde, Abdullah Baba Hazretlerinin diğer sohbetlerini dinleyip; kendisine saygı göstererek büyük bir edep ile,

Allah-ü Teâlâ Hazretleri sizden razı olsun” diye dua edip ayrıldı.

Efendi Hz.leri ledünni ilme sahip bulunması münasebeti ile insanların cevap bulmakta aciz kaldıkları, kitaplarda bulunması zor olan meseleleri rahatlıkla cevaplar, sıkıntıya düşülen, çözümü bulunmayan konuları, Allah’ın izni ile sonuçlandırırdı. Bu, O’nun bahsedilen İlmi esrar sahibi olmasından ileri gelmekte idi.

Abdullah baba

İLK SEMA EDEN EBU BEKİR-İ SIDDIK EFENDİMİZ

Peygamber (sav) Efendimiz Mekke’de ki zalimlerin zulmünden Medine’ye hicret ederken yol arkadaşı Hazreti Ebu Bekir (ra) ile Sevr Mağarası’na girdiler. Hazreti Ebu Bekir (ra) kendilerini arayan müşriklerin Peygamber Efendimize zarar vereceğinden korkmaya başladı. Rasulullah (sav) Hazretleri:

–Ya Ebu Bekir, korkma! Allah (cc) Muin’imizdir. Allah Habir’dir (haberdardır), Allah Semi’dir (işiticidir), Basir’dir (görücüdür) O bizimle beraberdir. Dilini damağına yapıştır, tevhide devam et, diye zikri telkin etmişlerdir. Böylece Ebu Bekir Sıddık (ra) Hazretleri Allah’a giden yolda seyri sülûküne bu mağarada başladı.

Hazreti Ebu Bekir’in, Müslüman olduğu zaman kırk bin dirhemi vardı. Müşriklerin, işkence altında kıvrandırdıkları Müslüman köleleri, onlardan satın alıp azat etmek ve Müslümanları güçlendirmek için, bu servetini harcamaktan geri durmadı. Medine’ye hicret edeceği zaman, ancak beş bin veya altı bin dirhemi kalmıştı. Oğlu Abdullah’ı gönderip onları da alıp Sevr Mağarası’na getirdi ve yanında Medine’ye götürdü. Orada da Mekke’de yaptığı gibi yaptı. Develerini, cariyelerini, kölelerini, teneke ile altın ve gümüşü Allah yolunda tasadduk etti. Ashab-ı suffe için, beytü’l mal için mallarını tasadduk etti.

Nefsi mutmaine makamına gelmişti ki Cenab-ı Allah;

“Ey Cibril! Habibime selam söyle, kulum Ebu Bekir’den razı oldum. O da Benden razı oldu mu?”, diye sordu.

Cibril Aleyhisselam;

“Ya Rabbi! Ebu Bekir rıza makamına nasıl erişti?”, diye sordu. Allah-u Zülcelâl Hazretleri;

– Ey Cibril! Git imtihan et, dedi.

Cibril-i Emin insan suretine girip, Hazreti Ebu Bekir Sıddık’a (ra) geldi. Ve:

– Allah rızası için giyecek cübbem yok. Ne olur bana yardım et, dedi.

Hazreti Ebu Bekir (ra) Efendimiz, hemen cübbesini çıkarıp Cibril-i Emin’e verdi. Oradan ayrıldı evine gitti. Bir müddet sonra kapı çalındı. Kapıyı açtı yine insan suretinde Cibril-i Emin geldi ve şöyle dedi:

– Giyecek gömleğim yok, Allah’ın Resulü Muhammed Mustafa (sav) hakkı için bana bir gömlek ver, deyince,

Hazreti Ebu Bekir Sıddık (ra) Efendimiz üzerindeki kalan tek gömleği de verdi ve sadece göbeği ile diz kapağı arasını örtecek iç çamaşırı kalmıştı. Allah’ın Resulü’ne âşık, her anı onunla beraber olan Hazreti Ebu Bekir (ra), çıplak olduğu için edep ve hayâ etti de, Rasulullah (sav) Efendimizin yanına varamadı. Hatta mescide dahi gidemedi.

Hazreti Peygamberin gülü Hazreti Fatıma (r.anha) Annemiz Ebu Bekir Sıddık (ra) Efendimizin evinin önünden geçerken pencereden omuzlarının çıplak olduğunu gördü. Rasulullah (sav) Efendimizin haneyi saadetlerine gitti. O’na

– Ya Rasulullah! Ebu Bekir Sıddık (ra) Hazretleri geldi mi? diye sordu. Rasulullah Efendimiz (sav):

– Hayır kızım, mescide de iki vakittir gelmiyor, dedi. Hazreti Fatıma (r.anha) Validemiz:

“Ya Rasulullah! Ben biraz önce Ebu Bekir’in omuzlarının çıplak olduğunu gördüm. Her halde giyecek bir şeyi yok. Acep ona bir üst baş yok mu?”, diye soruyor.

Şimdi çeşit çeşit elbiselerimiz var daha hala gözümüz doymaz.

Rasulullah (sav);

– Ah evladım, giydirecek bir şey yok, deyince Fatıma (r.anha) Validemiz:

– Babacığım Ben gelin olurken Bana bir kilim vermiştiniz. Müsaade ederseniz o kilimi ikiye bölüp, kendisine vereyim, dedi.

Evdeki kilimin yarısını kesip götürerek, Hazreti Ebu Bekir’in penceresinden içeri bıraktı. Hazreti Ebu Bekir (ra) Efendimiz kilimi iki parça yapıp ortasını deldi, boğazından geçirdi. Sağından ve solundan hurma lifleri ile ördü. Âşık olduğu Hazreti Muhammed Mustafa’ya (sav) üzerine geçirmiş olduğu kilim parçasıyla gitti. Edep ediyor, kapıyı çalamıyordu, ağlamaya başladı.

İşte bu sırada Cebrail Aleyhisselam:

– Ya Muhammed (sav)! Allah’ın selamı var. Senin ümmetinden bir kişi Allah’ın rıza makamına yükseldi. Allah O’ndan razı oldu. Bu hali ile o kul da Allah’tan razı mı? O kul şu anda kapıya geldi, hayâsından, edebinden içeriye giremiyor; deyince, Rasulullah (sav) kapıyı açtı ve Ebu Bekir Sıddık’ı (ra) karşısında gördü. Ve O’na:

– Hoş geldin Ya Ebu Bekir, buyurdu.

Cibril-i Emin:

– Ya Rasulullah! Ebu Bekir’e; “Sen küfür halinde iken; malın, servetin vardı. İman ettin ve şimdi bir kilim parçasına büründün. Bu halde iken Allah’tan razı, hoşnut musun? Yoksa değil misin?” diye sor, buyurdu.

Rasulullah Efendimiz (sav) Ebu Bekir Sıddık Hazretlerine sordu. Bunun üzerine Ebu Bekir (ra) Efendimiz ağlayarak:

– Ben Rabb’imden de, Muhammed Mustafa’dan da razıyım. Onlar Benden razı mı? Vücudum lime lime, parça parça olsa da Ben onlardan yine razıyım” dedi.

Rasulullah (sav):

– Allah’da Senden razı Ya Ebu Bekir, deyince, Ebu Bekir (ra) Efendimiz, ‘Allah’ dedi ve başladı sema etmeye. Peygamberimizin etrafında yedi defa döndü ve Peygamber Efendimiz kelimeyi şahadet getirerek O’nu durdurdu.

Abdullah Baba ummi

ABDULLAH BABANIN ÜMMİLİK HAKKINDAKİ SOHBETLERİ

Günümüzde insanların kafasında bu noktada bazı şüphe ve soruları olmaktadır. Biz de meselenin aydınlanması için bu noktada kısa bir açıklama yapmayı uygun gördük. Evet, Nasıl, ümmi Peygamber varsa(sav)ümmi Mürşid-i Kâmil de olur. Yeter ki bu zât sayılan vasıflara sahip olsun. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

“Allah’a ve ümmi nebi olan Resulüne iman edin!” (Araf /158)

Burada şunu belirtelim ki; Her İnsanın ilm-i halini öğrenmesi “farz-ı ayın”dır. Mesela; bir kişi, namaz, abdest ve nikâh gibi fıkıh meselelerini bilmeğe mecburdur. Fakat bundan fazlası farz-ı kifâyedir. Öğrenmez ise mesul tutulamaz. Bu sebeple kimseye sen niye Arapça, fıkıh ilm-i, kelam öğrenmedin denilemez. Aynı şekilde bir Müslüman’ın içine düşmeyecek kadar gıybeti, hasedi, riyayı ve diğer kalp hastalıklarını öğrenmesi farz-ı ayındır. Fakat nefsi tamamen terbiye ve Allah’a vuslat yolu olan tarikata girmedi diye kimse de itham edilemez. En iyisi, insanları hem ilim öğrenmeye hem de tasavvuf yoluna teşvik etmektir.

Son devirlerde kibir batağına saplanmış ve kalpleri kararmış bazı fasık âlimlerin evliyaullah’a onlar cahilmişler biz ilme tabiiz diye hakaret ettiklerini görüyoruz. Allah bunlara hidayet eylesin, bilmiyorlar mı ki ilim ancak amel için öğrenilir. Öğrenip de amel etmeyenleri Yüce Rabbimiz kitap yüklü merkep olarak tarif etmektedir.(Cuma / 5) O halde, akıllı kişiye layık olan; kuru ilimle değil ilmi gönlüne sindire sindire yaşamaktır.

Ayrıca unutulmasın ki sahabenin (Allah onlardan razı olsun) büyük çoğunluğu okuma yazma bilmezdi. Ancak yine sahabenin büyük çoğunluğu Mürşid-i Kâmil’diler. Daha sonra ki devirlerde ümmi pek çok Mürşid-i Kâmil gelmiştir.

Şöyle bir nakille diğer bahse geçelim:

Büyük hadis âlimi ve Halidiyye tarikatından Ömer Ziyaüddin (ks) Hz.lerinin fetvalarında buyuruluyor ki; İmam Şafi Hazretleri (ra) Şeyban-ı Rai (ks) gibi ümmi bir kimsenin önünde, anasının önündeki sabi yavru gibi tevazu ile dururdu. Hatta İmam Ahmet bin Hanbel (ra) Hz.leri;

─Ya İmam Şafii, Şeyban-ı Rai gibi bir ümmi kimseye niçin bu kadar tevazu edersiniz diye sual ettiğinde İmam Şafii Hz.leri;

─Ey İmam Hanbel, bizim kâlimiz (yani söylediklerimiz) buna hal olmuştur, diye cevap vermiştir.

İmam Şarani gibi bir büyük âlim de Aliyyü’l Havas Hz.leri gibi bir ümminin dervişidir. İmam-ı Şarani (ra) diyor ki; “Efendim Aliyyü’l Havas ümmi olduğu halde, kendisine sorulan ayetleri öyle tefsir ederdi ki o mecliste bulunan tefsir âlimleri hayretler içinde kalırlardı”.

Ubeydullah-ı Ahrar, Ahmed Namık-ı Cami Ümmi Sinan (ks) gibi büyük pirlerde Ümmi Mürşid-i Kâmillerdendir.

Efendimiz (SAV) ümmi’ idi o zaman ümmilik bizim anladığımız manadan çok daha farklı bir mâna ve hikmet taşıyor. Ümmül Kitab deniyordu Fatiha Suresine! Ümmül Kurâ deniyordu Mekke’ye. Kur’anın aslı Fatiha, Şehirlerin aslı Mekke idi. Öze ait olmaktı Ümmî olmak! Oraya buraya aidiyet değil, özüne, gönlüne, hakiki boyuta ait olmaktı! Özüne dönendi Ümmî.

Ümmî olmak; her şeyiyle ümmete, Rasulullah’ın yoluna teslim olmaktı! Ümmî olmak; kalbi Allah diye çarpmak, nefesi Rahman kokmaktı! Onun için ümmî. Topluluklar içinden seçilip süzülen kişi;

Terzi Baba namıyla Anadolu'da yetişen büyük velilerden. İsmi Muhammed Vehbî'dir. Hayyât Vehbî diye meşhurdur. Terzi Baba'ya manevi hilâfet verilip, Allah-ü Teâlâ'nın kullarına, Allah-ü teâlâ'nın dinini öğretmek ve Mârifetullah'a kavuşturmak vazifeleri verildikten sonra Terzi Baba'nın yüksek derecesi halk arasında duyulup, yayıldı. Herkes istifade etmek için ona geldi. Zamanla Terzi Baba'ya bağlı talebelerin sayısı günden güne arttı. Bu hâli çekemeyenler, onun hakkında dedikodu etmeye başladılar. "Ümmî bir cahilin başına bu kadar insan toplanmış. ilim olması lazım, ilim olmadan olmaz" diyorlardı. Hatta ilimden biraz nasibi olanlar da, bu gibi sözleri söylemeye başlamıştı. Bunun üzerine beldenin müftîsi, Terzi Baba'yı imtihan için davet etti. Maksadı ise, Terzi Baba sorulan suallere cevap veremeyince, cehaletini anlayıp, insanları irşâd, yol gösterme davasından vazgeçmesini temin etmekti. Terzi Baba, müftü efendinin davetini kabul edip gitti. Orada büyük bir ilim meclisinin toplandığını gördü. Müftü efendiye kendisini niçin davet ettiğini sorduğunda, müftü efendi ona;

"Biz seni imtihan için davet ettik. Hakkınızda birçok dedikodu yapılıyor. Buna son vermek lâzım geldi. Şimdi bazı sualler soracağız. Siz cevap vereceksiniz." dedi.

Sonra Sıfat-ı sübûtiyyenin kaç tane olduğunu ve daha başka sualleri sordu. Terzi Baba büyük bir hakikati ortaya çıkarmak için; "Allah-ü Teâlâ’nın, bu şehirde yaşayanlara göre yedi, diğer beldelere göre sekiz tane sıfat-ı subûtiyyesi vardır. Bu beldeye göre Allah-ü teâlânın Subûtî sıfatları şunlardır: İlim, Semi', Basar, İrade, Hayat, Kelâm ve Tekvin. Bu şehre göre Allah-ü teâlânın Kudret sıfatı yoktur. Çünkü bu şehir insanları Allah-ü Teâlânın Kudret sıfatını inkâr etmektedirler. Eğer bu şehrin insanları Allah-ü teâlânın Kudret sıfatına inansalardı, Allah-ü teâlâ bir ümmî kulunda, insanlara doğru yolu gösterme kabiliyetini yaratmaya kadirdir, derlerdi." cevabını verir vermez, orada bulunanlar, Terzi Baba'nın ilm-i ledünnîye sahip, kâmil bir zat olduğuna kanaat getirip, ellerine kapanarak af dilediler. Ona gereken ikram ve hürmet gösterdiler.

İksiri Azamdır Sırrı Ehlullah, Haki gevher taşı kimya ederler.

Hakkın esrarına agâhtır onlar, Velâkin surete ihva ederler.

Bakma hakaretle derviş onlara, Köhne aba giyer arif onlara

Varisül enbiya denmiş onlara, Müjde gönülleri ihya ederler.

Emrahi halinle hali hal eyle, Kal ehlinden hemen infisan eyle

Mürşid eli bulda intisab eyle, Seni de Vasılı Mevla ederler.

Abdullah Baba ve Namaz

ABDULLAH BABANIN NAMAZ HAKKINDAKİ SOHBETLERİ

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hazretleri ibadete çok hassasiyet ve itina gösteren bir zâttı. Efendi Hazretlerinin, namaz vakti gelince kıbleye yöneldiği sırada mübarek yüzünde bir renk değişikliği meydana gelirdi. O’nun namaza hazırlanışı, bizlere sanki Hz. Ali (kvc)’nin namazını hatırlatırdı. Ezan-ı Muhammedi okunurken ve kamet getirilirken müezzin;

“ Eşhedü Enne Muhammeden Rasulullah” şehadetine gelince, Cennet Mekân Üstadımız; “Ya Nuri Ayni Fi Hayati-d Dareyn-i Muhammed (sav)” -Ey iki cihanda gözümün nuru Muhammed (sav) - methiyesini üç kere okur, başparmağının tırnak üstlerini öper, göz kapaklarının üzerini mesh ederdi. (Şahadet esnasında bu şekilde söylemek müstehaptır.)

Abdullah Baba (ks) Hz.leri, farz namazlarını cemaatle birlikte kılardı. (Cemaatle namaz kılmak tek başına namaz kılmaktan yirmi yedi derece üstündür). Ayrıca, “Kim cemaatle kılınan namazın iftidah tekbirine imamla birlikte kırk vakit yetişirse, ona iki beraat yazılır. Cehennemden beraat ve münafıklıktan beraat eder”, hadisi gereğince namazın iftidah tekbirine yetişmeye de özen gösterirdi. Namazını tam bir gönül açıklığı ile kılardı.

Namazda rükû ve secdelerin uzun yapılmasını, rükû ve secdelerde acele edilmemesi gerektiğini söyler, kendisi de söylediklerini aynen uygulardı. Namaz dua ile tamam olduktan sonra bizlere bazı açıklamalarda bulunurlar şöyle söylerlerdi:

“Sizler; namazınızı kıldıktan sonra, Kur-an’ı Kerim okuduktan sonra, diğer ibadet ve taatlarınızdan sonra yaptığınız ibadetin nuru alnınızda belirir. Şeytan-ı lâin bu nura yaklaşamaz. Bir vesile ile o nuru almak için size türlü türlü vesvese verir. Yalan söylettirir, gıybet ettirir ve nihayetinde o nuru sizden alır. Gıybet ettiğiniz kimselere gönderir.”

Namaz hususunda çok titiz davranır ve bizlere de;

“Namaza gevşek davranmayın, devamlı abdest alın. Namaz vuslattır. Allah’ı sevmeye, yönelmeye, kavuşmaya en yakın an namazdır. Nafile namaz kılarken istediğiniz sureyi okuyun! Ne kadar uzun okursanız o kadar makbul olur!

Eğer sizler de kıldığınız namazların, yaptığınız ibadetlerin sevabını Peygamber (sav) Efendimize, diğer peygamberlere ve Allah dostlarına hediye ederseniz; kıldığınız namaz arz olunur ve size yedi yüz misli sevap verilir. Siz vefat ettikten sonra size şefaat edilir. Cennet-i Ala’da sizleri kendi makamlarına çağırırlar, izzet ve ikramda bulunup şöyle derler;

“Allah senden razı olsun! Sen dünyada iken beni hiç görmediğin halde; bana yaptığın ibadetlerinin sevabını hediye ettin. Ben de seni ona karşılık makamıma misafir ettim. Buyur! Gönderdiğin sevap kadar buradan faydalan” derler.

Bu şekilde sevabını hediye ettiğin ne kadar mübarek zât var ise; hepsi tek tek çağırır, misafir eder. Sizler de İNŞALLAH buna dikkat edersiniz.

Namaz kılarken, nefis ve şeytan size çeşitli vesveseler verir. “Kapı açık mıydı? Arkadan biri mi geliyor? Veya (kadınlara) çocuğun üstü mü açıldı?” gibi…

O anda “Ben Rabb’imin huzurundayım” diyerek o vesveseyi engellemeliyiz. Namazda ayetleri kulağımızın duyacağı kadar sesli okursak muhakkak vesvese azalır. Şeytanı lâin size bir secdede, bir de dua anında vesvese veremez. Namazı kıldıktan sonra “Benim namazım olmadı” diye hüküm vermeyin. Namazınız sahihtir ancak derece derecedir.

Namazdan sonra yaptığımız tesbihatın önemine binaen Peygamber Efendimiz (sav) Hz.lerinin şu hadisi şeriflerini bizlere söylerdi:

─Ben size, sizi geçenlere erişebileceğiniz, sizden sonrakileri geride bırakacağınız ve sizin yaptığınızı yapandan başka hiçbir kimsenin sizden daha üstün olamayacağı bir şeyi öğreteyim mi? diye buyurur. Bunun üzerine ashab:

─Evet, ey Allah'ın Rasulü (öğretiniz), derler.

Efendimiz (sav) de:

─Her namazın peşinden otuz üçer defa tespih (subhanallah), hamd (elhamdülillah) ve tekbir (Allah-u ekber) okursunuz, buyurdu. (Ebû Dâvud)

Abdullah Baba Hz.leri, günümüzde namaza karşı gerekli özen ve ehemmiyetin gösterilmediğini şöyle açıklarlardı:

Mekruh olan üç türlü namaz vardır;

Hamal Namazı: Üzerinde necis olur bekletirse, “Namazımı kılayım da sonra ihtiyacımı göreyim” derse, bu şekilde namaz kılmaya; Hamal namazı “kubur var” derler.

Seha Namazı: Sıkıştığı halde, “şu namazımı kılıyım da ondan sonra abdestimi bozayım” deyip idrarını tutanlara derler.

Avcı Namazı: Namaz içerisinde kendini Allah (cc) ile değil; etrafa bakarak meşgul edenlerin namazıdır. Bunların kılmış olduğu namaz da kabul olur; ancak sevabı az olur.

Efendi Hz.leri namazını cemaat ile kılıp dua edildikten sonra Kelime-i Tevhid’i (La İlahe İllallah) üç defa dört elif miktarı uzattırarak okuturdu. Hemen arkasından şu hadis-i şerifi okurlardı;

Peygamber (sav) Efendimiz , hadis-i şeriflerinde bizleri müjdeliyor; “Kim; namaz bittikten hemen sonra, cemaat ile Kelime-i Tevhid’i uzatarak açıktan gür bir sesle okursa, Allah-ü Teâlâ Hz.leri, o kulun dört bin günahını bağışlar” deyip kalkarlardı.

Şayet namazı ferden kılmış ise; muhakkak namaz sonu en az beş dakika tesbihat ile meşgul olur, Allah’ı zikrederdi.

Namaz sonu tesbihatı ise şöyle idi; otuz üç defa Ya Allah-u, yüz altmış altı defa Tevhid (La İlahe İllallah), yüz defa Ya Mü’min, yüz defa Ya Latif esmalarını okur, Otuz üç defa selamün kavlen min Rabbir-Rahim; dedikten sonra elini yüzüne mesh eder öyle kalkardı.

Efendi Hazretleri nafile ibadetlerle ve Allah’ı (cc) zikirle çok meşgul olurdu. Sabah namazını kıldıktan sonra kerahet vakti çıkıncaya kadar Allah’ı (cc) zikreder, güneş doğduktan kırk beş dakika sonra işrah namazını kılardı. Bir müddet istirahat ettikten sonra öğleden önce saat 9:30-10:00 gibi duha namazını kılar idi.

“Duha namazına ancak evvab (kendini Allah’a adayan) kişi devam eder” (Taberani)

Öğle namazının son iki rekât sünnetini dört rekât olarak kılardı. Çünkü öğle ve yatsı namazının son sünnetlerini iki rekâttan dört rekâta tamamlamak müstehaptır.

“Kim öğleden önce dört, öğleden sonrada dört rekât namaza devam ederse Allah (cc) muhakkak onu ateşe haram kılar.”(sünen ashabı)

Efendi Hazretleri akşam namazından sonra altı rekât evvabin namazına devam eder, arkasından oturduğu yerde iki rekâtta kabir namazı kılardı.

“Kim akşam namazından sonra altı rekât namaz kılarsa denizköpüğü kadar olsa bile günahları bağışlanır.” (Taberani)

Efendi Hz.leri, yatsı namazının son iki rekât sünnetini dört rekât olarak kılardı. Zira; yatsı namazının son iki rekâtını dört rekâta tamamlamak müstehaptır. (sünen ashabı)

Abdullah Baba (ks), geceleyin kalkarak teheccüd namazını eda ederdi. Teheccüd namazının ardından sabah namazına kadar zikrullah ile meşgul olurlardı.

“Gece namazı kılmalısınız. Çünkü bu sizden önceki salihlerin âdetidir. Zira gece namazı kişiyi Allah’a yaklaştırır, günahlardan alıkor. Kötülüklere kefarettir. Bedenden hastalıkları giderir.” (Tirmizi)

Abdullah Baba (ks) Hz.leri başına sıkıntılı bir durum geldiğinde hemen Allah-ü Teâlâ Hz.lerine secde eder, Cenab-ı Hak’tan yardım isterdi. Hiçbir zaman o sıkıntılı durumda başka bir şeye meyletmez, Halikı Zülcelâl Hz.lerine tam bir teslimiyet gösterir, nihayetinde o işin sonu hayra tebdil olur idi.

Sabır ve namaz bütün sıkıntıların ilacıdır. Kur'an-ı Kerim’de mealen buyruluyor ki: “Ey iman edenler, Allah’tan sabır ve namazla yardım isteyiniz. Allah-ü Teâlâ elbette sabredenlerle beraberdir.” (Bakara – 153)

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.leri, güneş tutulması olduğu zamanlarda nafile namaz kılarlardı. Kendileri bir defasında Konya’da iken güneş tutulması zuhur edince, hemen iki rekât namaz kıldı ve namazın bitiminde bu konu hakkında;

“Böyle günlerde Allah’a sığının, Allah’tan affı mağfiret dileyin”, buyurdular.

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.leri; kaza namazı kılmamızı söyler, bu konuda titiz davranırdı. Namaz borcu ve oruç borcu olanların hemen bu borçlarını kaza etmeleri hususunda ikaz ve işaret buyururlardı.

Efendi Hazretleri yolculuğa çıkmadan önce iki rekât namaz kılarlardı. Keza bir Müslüman’ın yola çıkacağı zaman ya da yolculuktan dönüldüğü zaman iki rekât namaz kılması menduptur.

Bir camiye girdiği zaman da iki rekât tahiyyat-ül mescit namazı kılardı.

Cenab-ı Zül Celal Hazretleri; Üstadımın İslam’ı anlayıp yaşadığı gibi anlayıp yaşamayı bizlere de nasip eylesin. Himmetinden, feyzinden, bereketinden ziyadesiyle istifade edenlerden eylesin. (Âmin)


ÇORUMLU MUSTAFA EFENDİ HAZRETLERİ

Aksaraylı Hacı Ahmet Baba’ nın dersini çekmeye başladım. Bir yandan da baba mesleği olan deri imalatçılığına devam ediyordum. İmal ettiğimiz derileri civar illere götürüp satıyor, bu şekilde geçimimi sağlıyordum. Yine bir gün İskilip’e deri satmaya gitmiştim. Müşterileri dolaştım. İşlerimi bitirdikten sonra esnaflardan birinin dükkânında sohbet ediyorduk.

Bu esnada bana:

─ Abdullah Efendi, burada, akşam zikrullah var, gitmek istersen seni de götürelim, dediler. Bende;

─ İnşallah gelirim, dedim.

Akşam buluşup İskilip’in Kayabaşı Mahallesinde sohbet yapılacak yere gittik. Çorumlu Hacı Mustafa Efendinin zakiri Hacı Mehmet Efendi ismindeki zât çok güzel bir zikir yaptırdı. Zikrullah esnasında, Rufai tarikatına has olan ateş ve şiş burhanı yaptılar. Çok etkilendim. Daha sonra Zakir Hacı Mehmet Efendi:

─ Arkadaşlar, Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerine ziyarete gideceğiz. Gelmek isteyeniniz var mı?

Diye sordu.

Ben de, yaptığımız sohbet ve zikirden o kadar çok etkilenmiştim ki, gitmeye karar verdim.

Bir grup arkadaşla beraber Çorum’a gittik. Yanımda satmak için getirdiğim deriler de vardı. Bundan dolayı önce Veli Paşa Oteline yerleştim. Oradaki işlerimi hallettikten sonra akşam otele geri döndüm. O gece bir rüya gördüm.

Rüyamda; “Ulu Camii gibi içi havuzlu büyük bir cami içindeyiz. Camide namaz kıldık. Ben tefekküre dalmıştım ki, kapıları kapattılar. Camiinin içinde yalnız kaldım. –“Açık bir yer var mı?” diye etrafıma bakındım. Her taraf kapalı, sadece caminin içindeki havuzun tam üstünde camdan bir kümbet var. Oradan aşağıya doğru bir ip sarkıtıldı. O ipe tutunup yukarıya doğru çıkıyordum. Tam yukarıda da şeytan aleyhillane var. Azazil; çıplak vaziyette, sakalları seyrek, dişleri balta gibi. Beni eliyle bir itti, ben geri aşağı indim. Tekrar çıktım, geri indim. Bu hadise üç kere tekrar etti.

O sırada caminin üç kapısı açıldı, üç kapıdan da insanlar girdi. Girenler Peygamberler ve Sahabelermiş. O an için sabah namazı kılacaklarmış. Bilal-i Habeşi Hz.lerinin sesi gibi gayet güzel bir ses Ezan’ı Muhammediyeyi okuyordu. Allah’ın Resulü Muhammed Mustafa (sav) Hz.leri teşrif ettiler. Ben o sırada koştum fakat yetişemedim. Peygamber (sav) Hz.leri, bir anda caminin ortasındaki havuzun tepesine çıktı. Peygamber (sav) Efendimizin çıktığı yer ile havuzun kenarı arasında bir hendek (boşluk) vardı. O boşluktan Cehenneme düşülüyormuş. Arasat yeri imiş, hiç kimse geçemiyordu. Ben de kendi kendime, “Ölürsem öleyim, Ya Allah” dedim ve atladım. Rasulullah Efendimizin yanına çıktım. Peygamber Efendimizin kucağında; iki yaşlarında, buğday benizli, gayet güzel bir çocuk vardı. Hemen Rasulullah (sav) Efendimiz’i kucakladım. O da beni kucakladı ve elini öptüm. Dedim ki:

─ Ya Rasulallah, bu çocuk kimdir?

Rasulullah Efendimiz (sav) Hz.leri:

─ Evladım, bu benim torunum Mehdi’dir, dedi.

Mehdi Resulü göreyim diye çok dua ediyordum. ‘Elhamdülillah gördüm’ dedim. Tam çocuğu öpecektim ki, ağlaya ağlaya uyandım. Kalktığımda sabah ezanı okunuyordu.

Abdullah Baba

O gün sabah, yani 26 Mayıs 1960 Cuma günü ihtilal oldu. Hiç kimseye sokağa çıkmaya izin vermiyorlardı. Camide on sekiz kişi ile cuma namazını kıldık. Caminin içinde iken, saçları kulağına kadar gelen, sakallarının bir kısmı ağarmış, üzerinde devetüyünden bir cübbe, başında siyah takke, siyah sarık bulunan bir zât gördüm ve çok etkilendim. Peygamber Efendimiz (sav) Hazretleri geldi zannettim. Hoca Efendi hutbeyi okuyana kadar ona bakıp bakıp ağladım. Bir yandan da kendi kendime:

“Sen ne yapıyorsun? Senin bir üstadın var” diye içimden geçirmeme rağmen, o zâtı seyretmekten kendimi bir türlü alamıyordum.

Namaz bittikten sonra, o güzel zâtın yanına gittim, elini öptüm. O mübarek insan, yanında bulunanlara hitaben;

“Bu genci bizim eve getirin” dedi. Beraberce o mübarek zâtın evine gittik. Meğer bu zât Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri imiş. Evde beraber kahvaltı yapıp, sohbet ettik.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi:

─ Evladım, bu ihtilal Müslümanlara yapıldı. Müslümanlara yapılan bir darbe oldu. Allah’ın zikrini bırakırsak başımıza çok belalar ve musibetler gelir, dedi ve arkasından;

─ Evladım ben seni çok sevdim, sana bir ders vereyim, dedi. Ben de kendisine:

─ Benim dersim var, dedim. Hacı Mustafa Efendi:

─ Kimden derslisin, dedi. Ben de:

─ Aksaraylı Hacı Ahmet Babadan aldım. Benim annem onun dergâhına mensup zakirlerinden biri, dedim ve nasıl ders aldığımı anlattım.

Hacı Mustafa Efendi Hazretleri:

─ Evladım, Mürşid-i Kamillik babadan evlada kalmaz. Bu şekilde olanlar kabile şeyhidir. Ben sana teberruken ders vereyim de, hakikate erersin, dedi. Daha sonra, halimden anlamış ki:

─ Evladım soracağın ya da anlatacağın birşey mi var? dedi.

─ Ben de kendisine, gece görmüş olduğum rüyayı olduğu gibi anlattım. Hacı Mustafa Efendi Hz.leri;

─ Elhamdülillah evladım, hakikaten “Mehdi Ali Resul” iki, üç yaşlarında, inşallah onu (manen) sen de göreceksin. Ayrıca, kalbin camiye çok bağlıymış, rüyan sahihadır. Zira Rasulullah (sav) Efendimizin şekline şemailine şeytan giremez, O’nu rüyasında gören, gerçekte görmüş gibidir, dedi ve hayır dua etti.

Çorum' a Yolculuk

Abdullah Baba (ks) Hazretleri, 1969 yılına kadar Bilal Baba’nın manevi feyzinden istifade etmiş ve bu zaman zarfında üstadının övgüsüne mazhar olup himmet ve gayretleri ile Allah’a giden yolda oldukça mesafe kat etmiştir. Ancak 1969 yılında Bilal Baba’nın vefat etmesi ile Vuslatı henüz tamam olmayan ve içindeki kemalât ateşi gün geçtikçe daha da artan Abdullah Baba (ks) Hz.leri istihare yapar ve rüyasında;

Hızır (as), İlyas (as) ve Zekeriya (as) tarafından kendisinin, Çorumlu Hacı Mustafa Anaç Hz.lerine intisap etmesi gerektiği, manen dosyasının orada olduğu söylenir. Bu görmüş olduğu rüyadan sonra, kendisini Hakk’ a vasıl edecek olan Çorumlu Hacı Mustafa Baba (ks) Hz.lerine gidişini ve yaşadığı durumları üstadımız bize şöyle anlattılar. Cennet mekân Bilal Baba vefat ettikten sonra, maneviyatın işareti ile dosyamızın Çorum’da olduğunu ve Çorum’a gitmem gerektiğini öğrendim. Fakat o sıralar maddi yönden oldukça sıkıntılı bir dönem içerisinde idik.Çorum’a gidecek yol param dahi yoktu. Bu yüzden maddi durumum iyi iken aldığım Sahih-i Buhar-i isimli oniki ciltlik kitaplarımı satıp yol parası yapmayı düşündüm. Ve o dönemde devamlı içki içen, mahalle arkadaşıma:

─Ben de Sahih-i Buhar-i kitapları var. Bunları satmam gerekiyor, alır mısın? diye sordum. O da bana, alabileceğini söyledi. Arkadaşımın, annesi:

─ Oğlum bak ne güzel! Ramazan ayı girdiğinden beri içki içmiyorsun. Abdullah Efendi bir mübarek zâtı ziyarete gidiyor. Sen de Abdullah Efendi ile yolculuk yapsan. Hem Abdullah Efendi’nin kalacak yeri ya olur, ya olmaz. Çorum’a gitmeden önce, Ankara’da dayının oğluna uğrarsınız. Oradan Çorum’a gidersiniz, demiş. Annesinin söylediklerine ikna olmuş. Beraberce yola çıktık.Önce Ankara’ya gittik. Orada bir gün kaldık, ertesi gün Çorum’a geçtik. Ramazan ayı içerisinde olduğumuz için akşam iftar vakti bir lokantaya girdik, oruçlarımızı açtık. Yemekten hemen sonra, beraberce Çorumlu Hacı Mustafa Efendi’nin evine vardık. Mübarek zât, misafirlerini buyur etti ve sohbet etmeye başladı. Sohbet bittikten sonra, bize de ikramda bulundu, halimizi hatırımızı sordu. Ben de, geliş sebebimizin kendisinden ders almak olduğunu, istihare yaptığımı, manen dosyamın Çorum’a geldiğini anlattım.Mübarek de bize:

─Evladım Abdullah Efendi, sen bir daha istihare yap, deyince. Ben de kendisine:

─Efendim, siz bana daha önce Rufai dersi vermiştiniz. İkinci bir istihareye gerek yok” dedim. Hacı Mustafa Efendi yine:

─Ah evladım, bu nefis, Firavundan daha kötü, devamlı şek şüphe verir, onun için istihare yap. Bende:

─Peki, Efendim, dedim. Üstadımız Hacı Mustafa Efendi, bize teravih namazını kılacağımız camiyi tarif ettikten sonra;

─Evladım, sahura buraya gelin, beraber sahur edelim, dedi. Daha sonra teravih namazını kılmak için oradan ayrıldık. Namazdan sonra kalacağımız otele gittik ve yattık.. O gece rüyamda;

─Büyük bir ateş yakılmış, içine insanları atıyorlardı. Etrafta da uzun boylu, yeşil elbiseli, zırhlı, ellerinde kılıçları olan asker toplulukları vardı. O sırada askerlerden bir tanesi geldi ve bana kılıç salladı. Fakat kılıç bana değmeden gitti, kendisini vurdu. Bunun üzerine o asker telaşlandı:

─Aman Ya Rabbi burada bir zât var, dedi. Hemen koşup komutanlarını çağırdı. Komutanları, başındaki miğferin üzerine yeşil sarık sarmış heybetli bir zât idi. Yanıma yaklaştı, miğferinin ucunu yukarıya doğru kaldırdı. Alnında yeşil yazı ile Mehdi Resul yazan mührünü gördüm. Ben onun mührüne bakarken o da yanındaki askerlerine dönerek:

─Siz Abdullah Efendi’ye nasıl kılıç sallarsınız! Bu zât manen vazifelidir. Kim bu zâta dokunmaya kalkarsa, zararı kendisi görür, sıkıntıya düşer. Onun sırtında “Lam Elif” harfi vardır. Arkasından üzerimdeki gömleği çıkartıp, sırtımı açtı ve baktı. Bu şekilde rüyam bitti. Tam o anda otel odasının kapısı çalındı, uyandım. İçeri gelen Hızır (as) idi. Bana;

─Abdullah Efendi yüz defa “Ya Vehhab” diyeceksin, dedi. Ben de:

─Üstadım Hacı Mustafa Efendi derse çekerim, gerçi Allah’ın (cc) ismi ama üstadımın izni ve telkini olmadan hiç bir şey söylemem, dedim. Kapıyı kapattı, bir müddet sonra tekrar girdi. Yine aynı şeyi söyledi. Bu hadise üç kere oldu. Bu olaylar cereyan ederken saat üçü çeyrek geçmişti. Arkadaşım ile birlikte sahur yemeği için Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretlerinin evine gittik. Beraber sahur yemeği yedikten sonra;

─Evladım istihare yaptın mı? Ben de kendisine, görmüş olduğum rüyayı ve otel odasına gelen kişinin bana “Ya Vehhab (cc)” ismini okumamı söylediğini ve ona kabul edemeyeceğimin sebeplerini olduğu gibi anlatınca, Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri:

─Maşallah evladım! Rahmetli Bilal Baba sana çok nazar etmiş, seni çok iyi yetiştirmiş, halifelik makamına kadar çıkartmış. Evladım sen çok fukarayı sabiriynsin. Vehhab (cc) ismi, çok verici, çok genişletici anlamındadır. Günde yüz defa değil de, her farz namazlardan sonra on dört defa söyle.

─Peki, Efendim, dedim. Arkasından bana şöyle dedi:

─Evladım Abdullah, kapıyı açıp sana telkinde bulunan kimdi biliyor musun? Ben de;

─ Hızır (as)’dır Efendim, dedim. Hacı Mustafa Efendi Hz.leri:

─ Nereden biliyorsun?

─ Efendim, kendisini sık sık görüyorum. Üstadım da bize:

─ Evladım, insanlar Hızır (as)’ı göreyim, ondan ders alayım diye yanar. Sende hiçbir değişiklik yok, dedi. Cevaben kendisine:

─ Efendim, Hızır (as) da bir insan, Nebi değil ki. Hz. Peygamber(sav)’e âşık olduğu için Allah (cc) Teâlâ’ya;

O’nun ümmeti olmak için dua etti. Allah (cc) , O’na deccaliyet zamanına kadar müsaade etti. Deccal öldükten sonra, O da ölecek. Peygamberimizin bir ümmetidir. Ama bana siz lazımsınız, çünkü siz Peygamber varisisiniz. Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hz.leri, bu cevaba tebessüm ile karşılık verdi ve arkasından şöyle devam etti:

─ Evladım sen çok fakru zaruret içerisindesin. İnşallah sana yardımcı olalım da, borçlarından kurtul. Nevşehir’de fasık bir kişi sana yardım edecek, onun bu yardımını reddetme. Zira o senin duan ile o düştüğü ateşten kurtulacak… Aslında Efendi Hazretleri, burada teslimiyetin ölçüsünü çizmiş; teslim olacak bir müridin, üstadını herşeyden daha ziyade ittiba etmesi gerektiğini anlatmıştır. Tıpkı sadakat örneği, Hz. Ebubekir-i Sıddık (ra) Hazretlerinin Miraç olayı ile ilgili olarak;

“Senin arkadaşın bir gecede kısa bir sürede pek çok mukaddes beldeyi gezdiğini, miraca çıktığını ve Allah-u Teâlâ Hazretleri ile konuştuğunu söylüyor. Sen ne dersin?” dediklerinde, hemen Hz. Peygamberin yanına gitmiş;

“Ya Rasulullah! Sizin ağzınızdan çıkan her söze şu gözümün gördüğünden daha fazla itibar ederim” diyerek, tam bir teslimiyet örneği göstermiş olduğu gibi. Hacı Mustafa Efendi Hz.leri daha sonra:

─ Evladım Abdullah! Sen buraya, bizden ders almaya geldin. İstihareni yaptın. “Elhamdülillah” imtihanı geçtin, biz de sana Evradı Şerifeni verelim inşallah, dedi. O an yakasına yapıştım ve kendisine:

─Efendim, bizim memlekette âlimler, vaazlar, müftüler var ama ben buraya sana geldim. Beni Rasulullah (sav) Efendimize vasıl edemezsen, mahşerde Liva-ül Hamd sancağına götüremezsen, huzuru mahşerde yakana yapışırım, dedim. Mübarek gülümsedi ve:

─ İşte bize böyle bir erkek lazım evladım, dedi.

─Allah (cc) razı olsun, çok memnun oldum. Buna küstahlık demezler, cesaret ve şecaat derler. Sen de benim dediklerimi tutarsan; yalan söylemez, haram yemez, ailenle iyi geçinirsen, her ne gelirse gelsin Allah (cc) dan geldiğini bilirsen, ihsan üzere yaşarsan, Allah’ın (cc) Habir ismi ile haberdar olup seni her yerde gördüğünü bilirsen, seni istediğin yere götürürüz... Evladım, Allah-u Teâlâ Hazretleri senden razı olsun, sadakatinden hoşnut kaldım. Bundan sonra İnşallah Allah’ın vermiş olduğu nimetlerden istifade et. Seni biraz zayıf gördüm, ye, iç. Yalnız, midene haram girmemesine dikkat et, şehvetin başka yere gitmesin. Bu dediklerimi tatbik et, yolda kalmazsın, buyurdu ve daha sonra bize Rufai Tarikatı üzere ders verdi. Elhamdülillah. Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hz.lerine, ne iş yapacağımı sordum.

─Evladım ayakkabı al sat, deyince;

─Ben deri imalatçısıyım, al sat işinden pek anlamam Efendim dedim.

─Öğrenirsin evladım, dedi.

─Peki, Efendim, dedim. Sabah namazını kıldıktan sonra müsaade isteyip Nevşehir’e döndüm. Hiç kimseye borcumuz kalmasın, kimseyi kapımıza getirmeyelim diye sürekli çalışıyordum. İhtilal döneminde zararımız çok olduğu için öderken oldukça zorlanıyorduk. Bir gün yolda yürürken birisi bana seslendi bir baktım Üstadımın sana yardım edecek dediği Ekmekçi Rıza Efendi:

─Hayırdır Abdullah, senin bir derdin var. Kaç gündür takip ediyorum, yüzün gülmüyor. Gel seninle bizim eve bir gidelim, bir konuşalım, dedi.

─Evine gittik, yemek ikram etti. Bu arada odada kimse yokken, bana oldukça yüklü bir miktarda para verdi.

─Abdullah Efendi, bu parayı al. Sen dürüst bir insansın. Borçlarını öde, daha sonra kazandıkça sen de bana ödersin, dedi. Onun bana verdiği para ile bütün borçlarımı kapattım. Deri imalathanesini de satıp; elime on iki bin lira geçti. Paranın altı bin lirası ile ayakkabı satışına müsait bir dükkân kiraladım. Altı bin lirasını da dükkâna mal satın almak ve İstanbul’a gitmek için ayırdım. Nevşehir’in tanınmış hocalarından biri:

─Duyduğuma göre İstanbul’a gidiyormuşsun. Senden bir istirhamımız var, dedi. O dönem içerisinde de Milli Selamet Partisi çok konuşuluyordu.

─Buyurun, dedim. Hoca Efendi de bana:

─Abdullah Efendi, şu Necmettin Erbakan abdestsiz namaz kılıyormuş. Açık saçık bir kadınla evlenmiş, kızı barlarda gezermiş. Almanya, Müslümanları tefrikaya düşürsün diye ajan göndermiş. Şu mektubu al. Bunların doğru olup olmadığını öğrenmemiz için Fatih’te İskender Paşa Camii İmamı Mehmet Zahit Kotku Hazretlerine ver. Eğer olumlu bir cevap verirse;

biz de Selamet Partisini Nevşehir’de açalım, dedi. Hoca Efendinin verdiği mektubu aldım:

─İnşallah sorarım, dedim. Daha sonra yanlarından ayrılıp otobüsle İstanbul’a doğru yola çıktım. Yolda giderken otobüste bir rüya gördüm. Rüyamda;

─Uçağa biniyorum fakat uçak yavaş gidiyordu. Bu esnada uçağın camını delerek uçaktan çıktım. Uçaktan daha hızlı uçmaya başladım. Uçarak Almanya, Hollanda, Belçika, Fransa, Mısır, Suriye, Mekke ve Medine’ye gittim. Bu sırada denizin içine daldım. Balıklar Allah’ı zikrediyorlar, ben gittikçe bana yol verip istikbal ediyorlardı. Sudan çıktım, dağlarda, ovalarda, kabristanlarda, kiliselerde zikir yapıp, camilerde vaaz ettim. Bu esnada üzerimde cübbe, başımda sarık vardı. Rüyamın devamında;

Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri:

─Evladım Abdullah, bizi ziyarete gelmeyecek misin? dedi. Ben de kendisine:

─ Efendim, Peygamber Efendimiz (sav) Hazretleri;

İstanbul’u fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel asker”, diyerek sizi ve askerinizi övdü, methetti. İnşallah, önce sizi ziyaret edeceğim, dedim ve bu şekilde uyandım.

─İstanbul’a iner inmez, Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri’nin Türbesi’ne gittim. Ziyareti yaptıktan sonra, yanıma bir zât yaklaştı:

─Ben, Kemahiye Müftüsü Muhammet Koyunoğlu’yum. Kemahlıyım, sizinle ahiret kardeşi olmak istiyorum, dedi. Bir müddet orada sohbet ettik ve ikimiz beraber, Mehmet Zahit Kotku Hazretleri’nin yanına gittik. Mehmet Zahit Kotku Hazretleri beni sağına, müftüyü soluna oturtturdu. Bir müddet sohbet ettikten sonra Mehmet Zahit Kotku Hazretleri:

─Bir soracağınız var mı? dedi. Müftü Efendi, gördüğü rüyayı ve başından geçen hadiseyi anlattı:

─Efendim, dedi. Gece rüyamda Rasûlullah (sav)’ı gördüm, mübarek elini öptüm.“Seni çok seviyorum. Sana nasıl hizmet edeyim Ya Rasulullah”, dedim. Rasûlullah (sav) Efendimiz mübarek şahadet parmağını kaldırdı. Ucundan lamba gibi bir nur çıktı. Bir anda kendimi Erzincan’da, sinema binasında buldum. Erbakan Hoca orada konferans veriyordu. Hayretler içerisinde kaldım. Rasûlullah (sav) Efendimiz bana;

“Evladım ona hizmet etmek, bana hizmet etmek gibidir”, diye buyurdular.

Bu şekilde uyandım. Daha sonra Erzincan’a gittim. Erbakan Hoca’yı, Rasûlullah (sav) Efendimizin gösterdiği salonda milli görüş hakkında konuşma yaptığını gördüm. Mehmet Zahit Kotku Hazretleri de Müftüye dönerek:

─Necmettin Erbakan, ahlâkında, edebinde, milletini ve devletini seven insanlığa hizmet etmek için her yeri gezen, ilim sahibi güzel bir insandır. Saçının telinden tırnağına kadar iman doludur. Kur-an’ı Kerimi anlayan ve yaşayan birisidir. Peygamber Efendimiz (sav)’e âşık, Hadis âlimidir. Mübarek bir insandır, dedi. Mehmet Zahit Kotku Hazretleri, Müftü Efendinin rüyasını tevil edince; ben de Erbakan Hoca ile ilgili konu hakkında aydınlanmış oldum. Daha sonra bana dönerek, halimi, hatırımı sordu. Ben de kendisine, İstanbul’a gelirken otobüste görmüş olduğum rüyayı anlattım. Mehmet Zahit Kotku Hazretleri:

─Evladım sen Şerif misin? Seyit misin? dedi.

─İkisi de değilim, dedim. Tekrar sordu:

─Emir Sultanlardan mısın?dedi. Ben, yine:

─Hayır, Efendim, dedim. Mehmet Zahit Kotku Hazretleri:

─Senin rüyan sahihadır. Büyük bir irşatçı olacaksın. Rüyanda gördüğün memleketlere gideceksin, defalarca hac ve umre yapacaksın. Ömrün uzun olacak. Sakalın ağaracak, dedi.

─Aman Efendim! Aç tavuk kendini buğday ambarında zannedermiş. Bizim oraları gezmemiz mümkün değildir. Ben evimin maişetini karşılayamıyorum. Kaldı ki buralara gitmek... Yıldızlar ne kadar uzaksa, oralara gitmek bana o kadar uzak. Allah affetsin! Ben ne evliyalık, ne irşatçılık isterim. “İlahi ente maksudi ve rızake matlubi Ya Hazreti Allah.” Allah’ım bana “kulum” desin yeter, dedim. Mehmet Zahit Kotku Hazretleri;

─Evladım, Allah(cc) külli şeye kadirdir. Bunların hepsi olacak. Sen istesen de istemesen de, Cenab-ı Allah bunları sana nasip edecek. İnşallah bizlere de dua etmeyi unutma, dedi. Bana “Tasavvuf ve Ahlak” isimli üç ciltlik kitap hediye etti.

Mübarek zâtın duasını aldıktan sonra müsaade istedim. İstanbul’da işlerimi halledip tekrar Nevşehir’e döndüm. Bu tarihten sonra kundura alıp satmaya başladım. Mehmet Zahit Kotku Hazretleri de, her bayramda, mübarek gün ve gecelerde kutlama tebrikleri gönderirdi. Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.leri bizlere:

─ Evladım bir şeyh gördüğünüzde yanına varın, zikirlerine katılın, hayır duasını alın. Çünkü onlar bir bal arısına benzer, yani arıların beyidir. Arılar bey etrafında toplanırsa bal üretir. Bunun için “sen falan tarikattasın” diye birbirinizi dışlamayacaksınız. Ayrı gayrı diye bir şey olmaz”, derdi. Kundura alıp satmaya yeni başladığım dönemlerde, Nevşehir’de bir cami yaptırılacaktı. Caminin yapımı için dernek kurulmuş, bu vesile ile camiye yardım toplanıyordu. Ben de cami yapımına yardım etmek istiyordum ve Allah’a (cc) dua ettim. Dedim ki;

“Ya Rabbi, yarın yapacağım satıştan kazandığım parayı bu caminin yapılması için nezrediyorum. Sen bol kazançlı, bereketli bir gün nasip et.” Ertesi gün dükkânımı açtım. O gün öyle bir iş oldu ki, nerede ise bir ayda yaptığım satışı bir günde yapmıştım ve elime yüklü miktarda para geçmişti. Akşama doğru nefsim vurdu. Tabii o zaman genciz, nefsimiz bizi alıkoymak istiyor: “Aman sen bu kadar demiştin, günlük cironu verecektin. Bak kazandığın büyük bir meblağ, birazıda sana kalsın”, diye sürekli baskı yapıyordu. Neyse, akşam oldu dükkânı kapattım. Doğruca derneğe gittim ve dernek başkanına parayı verdim. Dernek başkanı:

─Abdullah Efendi, bu kadar parayı Nevşehir’in en zengini bile vermedi. Ben bunu almayayım, senin gibi küçük esnaf için bu meblağ çok büyük, dedi. Ben de:

─Zaten nefsim beni zorluyor, siz de ona yardımcı olmayın. Şu parayı alın da ben gideyim, dedim ve parayı verdim. Çok şükür nefsime yenilmemiştim. O gece rüyamda; “Hz. Ali (kv) Efendimizi, Cennette tarifi mümkün olmayan bir köşk inşa ederken gördüm. Öyle güzel bir köşktü ki tarifi imkânsız! Her tarafı kırmızı zümrütlerle kaplanmış, bakanın bir daha bakmak isteyeceği türden… Selam verdim; “Ve aleyküm selam” dedi. Aramızda perde gibi bir set var, oradan sordum:

─Efendim, bu köşkü kime yapıyorsunuz? Bu hangi Peygamberin köşküdür, dedim. Hz. Ali Efendimiz sanki benimle çok eski bir dost, bir ahbap gibi konuşarak:

─ Abdullah Efendi, bu köşkü sana yapıyorum, dedi. Ben de aramızdaki o perdeden geçmek istedim. Öne doğru adım attım. Hz. Ali Efendimiz, beni iki eliyle iteledi. Bir adım attım, yine iteledi. Bir adım daha attım, yine iteledi. Üç defa atlamak istedim, üçünde de geri iteledi. Böylece rüyam bitti. Üstadımın yanına gittim ve kendisine olayı ve rüyamı tafsilatıyla anlattım. Üstadım:

─Evladım Abdullah, ahiretini kişi bu dünyada mamur eder, bu dünyada kazanır kazanç yeri burasıdır, buyurdu. Sen, ahireti istemişsin. Ancak Hz. Ali (kv) Efendimiz’in seni üç defa itmesinin hikmeti; senin otuz yıl daha dünya âleminde yaşayacağına delalet ediyor, buyurdu. Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.lerini ilk zamanlar bana rabıta vermediği halde bile görürdüm. Yine bir gün ziyaretine gittiğimizde bana:

─Evladım sen rabıtanı nasıl yapıyorsun? diye sordu Bende:

─Efendim henüz rabıta vermediniz deyince:

─Oğlum bundan sonra rabıtanda “babanın cübbesi altındayım” diye söyle, dedi. O an iki kaşının ortasına baktım. Bakar bakmaz bayılacak gibi oldum. Bütün yüzü bir anda nur oldu, bir müddet sonra ceset kayboldu. Tamamen nur olarak gördüm. O günden sonra rabıtamızı hep bu şekilde yaptık. Bir gün Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerini mübarek bir günü ihya etmek için Nevşehir’e davet ettim. O da bana:

─Evladım, Vali’ye çık. “Efendim, Benim üstadım gelecek, şiş burhanı yapacak, zikrullah yaptıracak, sohbet verecek” diye söyle;

eğer izin verirse, ben de gelirim, dedi. Bunun üzerine üç beş kişilik bir heyet ile dilekçe yazarak valiye çıktık. Vali, dilekçeyi okudu. Yanında da Alay Komutanı vardı. Vali bana dönerek:

─Abdullah Efendi, burada hiç hoca yok mu da, ta Çorum’dan üstad getiriyorsunuz? dedi. Biz de kendisine:

─Efendim, bu üstad başka. Nevşehir’e davet edeceğimiz zât Allah’ın evliyası, deyince Vali Bey:

─Bu zamanda evliya da mı var? diye sordu. Telefonla Müftü Efendiyi arayıp, acele gelmesini söyledi. Kısa bir süre sonra Müftü Efendi de geldi. Vali Bey Müftü’ye:

─ Bak Abdullah Efendi ne diyor. Bu dönemde evliya olduğunu, şiş burhanı olduğunu söylüyor. Dedikleri doğru mu, dinimizde bunların yeri var mı? diye sordu. Müftü Efendi, vali beyin sorularına biraz gevşek cevaplar verdi. Ben de Müftünün bu şekilde konuşmasını hoş karşılamadım ve ayağa kalkarak:

─Müftü Efendi, söylediklerinden mesulsün. Sen bir din adamısın, bunların doğru olduğunu söylemezsen; sen Allah indinde suçlu duruma düşersin. Seni Rabbime şikâyet ederim, dedim. O anda Vali Bey:

─Abdullah Efendi, burası valilik makamı, burada tartışmayın. Müftü Efendiyle sorununuzu kendi aranızda halledin, dedi. Ve oradan ayrıldık. Daha sonra Vali Bey Emniyet Müdürlüğünü aramış ve hakkımızda tahkikat yaptırmış. Onlar da Vali Bey’e:

─Efendim bu insanların hiç birisinin dosyalarında en ufak bir suç duyurusu yok, temiz insanlar, demişler Müftü Efendiyi arayıp bu programı tertip etmemizi Alay Komutanını ile birlikte bizim zikrimizi merak ettiklerini söylemiş. Müftü Efendi de beni arayıp Bekir Efendi Camiinde sohbet yapmamıza müsaade edildiğini haber verdi. Hemen Üstadım Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerini aradım:

─Efendim, sizin dediğiniz şekilde Vali Beye çıktım ve dediklerinizi söyledim. O da Müftü Efendiyi çağırttı, birkaç pürüz haricinde müsaadeyi aldık, dedim. Üstadım:

─Evladım Abdullah, Allah senden razı olsun. Ben seni imtihan etmiştim, imtihanı kazandın oğlum, dedi. Mübarek gün Bekir Efendi Camiinde sohbet ve zikrullah yaptık. Vali Bey ve Alay Komutanı’nın adamları zikir ve sohbetimizi seyredip dinlediler. Hiçbir sorun yaşanmadan o mübarek günü ihya ettik.

Bir gece uzandığım bir halde tespih çekerken, kalbimde bir genişleme meydana geldi. Tavana baktığımda tavandan içeridekileri görmeye başladım. Daha sonra Sabah namazına kalkanları, ondan sonra Teheccüt namazına kalkanları görmeye başladım. Kalbim biraz daha genişledi İç Anadoluda ki manevi yıldızları, sonra Türkiye de ki, en son Dünya da ki bütün büyük zâtları gördüm. Sabaha kadar böyle devam etti. Sabah namazını kıldım. Birkaç gün sonra Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerini ziyarete gittiğimde hadiseyi anlattım. Kendisi;

─Elhamdülillah evladım, altıncı esmaya yükseldin. Bundan sonra halakayı zikirlerde “Hay Hay Allah, Hu Hu Allah” ismi esmalarını yaptırmaya yetkilisin”, dediler. 1978 yılında Üstadımızın yanına ziyarete gitmiştik. Mübarek, bize sohbet ettikten sonra kendisine:

─Efendim Nevşehir’den bir arkadaşımızın basireti açıldı. Kabir halinden anlar oldu, dedim.

─Üstadımız o kalp gözü açık arkadaşa dönerek şöyle sordu:

─Evladım Abdullah Ağabey’ini nasıl seviyorsun? O da:

─Canımdan çok seviyorum, dedi.

─Nerede çalışıyorsun? diye sordu

─Tekstil fabrikasında, dedi.

─Abdullah ağabeyin sana o işten çıkacaksın, derse ne dersin?

─Çıkarım Efendim.

─Ailenden boşan derse ne dersin?

─Boşanırım Efendim, deyince. Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.leri şöyle devam etti:

─İşte oğlum, Abdullah Ağabeyine olan bu sevgin seni bu makama getirmiş, dedi. Orada bulunduğumuz sırada Çorumlu dervişlerden bir tanesi Hacı Mustafa Efendi Hz.lerine sordu?

─Efendim Nevşehirli dervişlere çok hürmet edip seviyorsunuz, sebebi hikmeti nedir? Hacı Mustafa Efendi Hazretleri şöyle cevap verdi:

─ Oğlum sizler yanımda, onlar ise canımdalar. Ta Nevşehir’den çıkıp Aşk ile muhabbet ile bizi ziyarete geliyorlar. Evladımız Abdullah Efendiyi on iki piran Hz.leri de destekliyor, diye açıklama yaptı. Daha sonra mübareğin yanından müsaade istedik ve Nevşehir’e geri döndük. Yine 1978 yılında, Mevlana Hazretleri’nin türbesini ziyaret için Konya’ya gittim. Ziyaret esnasında türbede huzurda (hizmette) bulunan bir kimse yanıma geldi:

─Efendim, bu gece divan burada toplandı. Size manevi görev verilmesi için işaret ettiler. Mevlana Hazretleri sizin için çok hoş şeyler söyledi. Bütün Piranlar tasdik ettiler. Ancak Bahaddin Nakşibendî Hazretleri daha erken olduğunu söyledi ve ileri bir zamana tehir ettiler. Sizinle tanışmak istedim. Bizlere duacı olun, dedi. Türbede hizmet eden bu zât manevi hali açık biriydi. (Allah rahmet eylesin.)

1980 yılı Eylül ayının onikinci günü ihtilal oldu. Yine inanmış insanların tutuklandıkları, zulme uğradıkları, örtüye, dine, kutsal kitaba saygısızlığın alıp yürüdüğü günler başlamıştı… Efendi Hazretleri bu durumdan dolayı çok üzülüyordu. Sıkıntısından uyuyamıyor, sabahlara kadar namaz kılıp, Müslümanlar için dua ediyordu. Yine sıkıntılı bir günün gecesinde bir rüya görür. Rüyasını şöyle nakletmiştir;

“Kırklar divanı toplanmış, mübarek zâtlar halaka halinde oturmuşlar. Bana da oturmam gereken yeri gösterdiler. Ben de oturdum bir müddet sonra tefekküre daldım. Suyun içindeki mahlûkatın nasıl rızıklandığını gördüm. Küçük balık, büyük balığın dişlerinin arasındaki artıklarla rızıklanıyor, büyük balık ise küçük balığı yiyerek rızıklanıyordu. Birbirlerine rızk oluyorlardı. O sırada nefis kendime getirdi. Divan-ı Salihin’deki zâtlara;

─Efendiler rızkı Allah’ın verdiğine iman ettik. O’na tam bir inanç ile bağlandık. İyi mümin olmak için tüm eziyetlere katlanıyoruz. Ancak kendini bilmez insanların aşağılamasına, hakaretlerine maruz kalıyoruz. Dayak yiyor, hapislere atılıyoruz. Hanımlarımız sokağa rahat çıkamaz oldu. Tüm Müslümanlar kabuğuna çekilmiş, eziyetleri görmezden geliyoruz. Bütün dünyadaki Müslümanlar eza ve cefa görüyor, biz duruyoruz. Ne zaman kendimize geleceğiz, kurtuluş ne zaman? dedim. Şeyhim Hacı Mustafa Efendi bana baktı sukut etmemi söyledi. Yan tarafımdan birisi işaret ederek:

─ Sol tarafındaki zamanın Kutb-ul Aktab’ı. Ona bir tokat vur kendine gelsin, dedi. Sol tarafıma döndüm O mübareğin yüzünde ki nuru görünce o kadar etkilendim ki, o kadar sevindim ki kabaran ruhum birden sakinleşti, tekrar tefekküre daldım. Bu sefer karadaki mahlûkatın nasıl rızıklandığını gördüm. Öyle ki toprağın altındaki, kayaların içindeki kurtların dahi yeşil yaprak yediğini gördüm.

─Aman ya Rabbi, Metin olan Allah, her yerde, her yarattığı mahlûkatın rızkını veriyor. Allah’ım sen her şeye kadirsin. Bizleri bu zulümlerden kurtar. Bu Müslümanlara bir çare yok mu? diye bağırdım. Sağımdan birisi:

─Solundaki zamanın Kutb-ul Aktabı’dır. Ona bir tokat vur kendine gelsin, dedi. Soluma baktım onun nuru ve güzelliği beni yine etkiledi. Yine tefekküre daldım. Bu sefer havadaki mahlûkatın nasıl rızıklandığını gördüm, yine kendime geldim. Müslümanların kurtuluşu ne zaman olacak, diye feryat ettim. Yine yanımdaki:

─Solundaki zamanın Kutb-ul Aktabı’dır. Ona bir tokat vur, dedi. O sırada uyanmışım. O günün sabahı, namazdan sonra cemaat ile zikir yaptık. Arkadaşlara hitaben:

─Çorum’a gitmek isteyen var mı? Diye sordum. Arkadaşlar:

─Hafta sonu değil nereden çıktı, Çorum’a ziyaret…

─Ben bugün gideceğim, gelmek isteyen varsa gelsin, dedim. Arkadaşlardan katılanlar oldu. Bir minibüs ile Çorum’a gittik.. Hacı Mustafa Efendi Nevşehir’den gelenleri misafir etti. Herkes soracaklarını sordular. Daha sonra:

─Efendim sizinle yalnız görüşmek istiyorum, dedim. Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri’ne gördüğüm rüyayı anlattım. Efendim Hazretleri:

─Maşallah, Sübhanallah. Evladım kırklar divanına girmişsin. Sen hayret makamını da görmüşsün. İbrahim Hakkı Hazretleri de Yüce Yaradan’ın kudretini görüp böyle hayret etmişti de hayret makamında şu dizeleri söylemişti:

Hak şerleri hayr eyler

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler


Bir işi murad etme

Olduysa inad etme

Hak’tandır o, reddetme

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler


Deme şu niçin şöyle

Yerincedir ol öyle

Bak sonunu sabreyle

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler


Gel hayrete dal bir yol

Kendin unut onu bul

Hal ile dahi olma

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler.

Hacı Mustafa Efendi Hz.leri bu dizelerden sonra şöyle buyurdu:

“Kırklar divanındaki evliyalara gelince, evliyadan tasarruf alındı. Mehdi Ala-Resul çıkana ve İsa (as) inene kadar bir şey yapamayız. Her kudret ve kuvvet Rabbimin elinde. Biz nasıl isek, bize öyle idareciler veriyor. Yaşadığımız gibi muamele görüyoruz… Televizyona bakıyorsun. Televizyondaki hadiseleri seyrederken müdahale edebiliyor musun? Dünyayı da öyle seyredeceksin. Elimizden bir şey gelmez evladım” dedi. Üstadımız bir ara Kuddüsi Babanın “yüze güler dost, içinden düşman” isimli beyit’ini okuyup şöyle devam etti:

─Evladım, yüzünden gülen dost ama içinden düşman olanlar da var. Senin sağ tarafına gül yağı dökseler methi sena etseler, sol tarafına da ateş dökseler ikisini eşit mesafede göreceksin. İhsan üzere olacaksın. “Ya Rabbi senden gelen her şeye razıyım” dersen;

işte o zaman kemale erersin. Eğer methi sena edeni sever, diğerine kızarsan kemale ermek mümkün değil, buyurdular. Ardından da:

─Ancak gece ve gündüz çalışmamız lazım. Köy köy, kasaba kasaba, kaza kaza dolaşıp, Allah’ı unutan bu millete, Allah’ı sevdirmeyi ona kul olmayı öğretmeliyiz, dedi. 1982 yılında üstadımın işareti ile itikâfa girdim. Yandım, piştim, kül oldum. Mana âleminde; beni kıyma makinesine attılar ve orada kıyma haline getirdiler. Daha sonra, o kıyma haline gelen etin üzerinden silindiri geçirdiler. Kâğıt gibi dümdüz oldu. Daha sonra, onu bir fırına koydular, yaktılar, pişirdiler kül haline getirdiler. Daha sonra fırından çıkardılar, o külü bir kâse içerisine koydular ve Allah-u Teâlâ Hazretlerinin huzuruna götürdüler. Orada, “Ya Rabbi, bu senin için yandı, kül oldu” dediler ve o küllerimi on sekiz bin âleme savurdular. Bu hadiseler yaşanırken, bizzat ben de müşahede ediyordum. Bir baktım ki, on sekiz bin âlemde ben vardım. Her tarafta kendimi gördüm. Güneş ben olmuştum, Ay ben… Yıldızlar ben olmuştum, gezegenler ben… Tüm âlem ben olmuştum. Nefsin yedi makamını aşarak, üstadım bana Seyri suluk’umu tamamlattı. “Elhamdülillah”

Yaşadıkları dönemde, insin ve cinnin en hayırlısı ve en şereflisi olan Mürşid-i Kamil zâtlar, Hakk’a arz olunduktan sonra yer ehli, gök ehli, bütün âlemler bu zâtları tanırlar. Onlar için;

“Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır:

“Allah bir kulunu sevdiği zaman Cebrail’e (as) Ben onu seviyorum. Sende sev der. Cebrail’de o kulu sever. Gök halkı arasında: Allah (cc) filan kulu seviyor sizde seviniz, diye haber verir. Onlarda onu severler. Sonra da yeryüzünde müminlerin kalbine onun sevgisi yerleştirilir.”(R.Salihin)

Allah-’u Teâlâ Hazretleri onlar hürmetine yağmur verir, onların hürmetine zor işler kolay olur. Onların duaları ret olunmaz. Çünkü onlar halkın içinde Hak ile bir olmuşlar, Cenab-ı Zülcelal Hazretleri’nin zâtında değil, sıfatlarında fani olmuşlardır. O zâtlar için hiçbir zorluk yoktur. Onlar, yeryüzündeki seçilmişlerin seçilmişidir. Onlar, Allah-u Teâlâ Hazretleri tarafından hem bu dünya da, hem ahiret de müjdelenmişlerdir. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki;

“Bilesiniz ki Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar (evliyaullah) iman edip takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da ahirette de onlara müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu ( Allah’ın velisi olmak) büyük kurtuluşun kendisidir.” (Yunus /62)

Peygamber Efendimiz (sav) Hazretlerinin en yakınında olan Hz. Ebubekir-i Sıddık (ra) Hazretleri de Rasûlullah(sav) Efendimizin nazarı ile nefsin yedi makamını geçmiş ve fenafillâh makamına geldiğinde;

“Ya Rabbi, benim bedenimi öyle büyüt ki, La ilahe İllallah Muhammedur Rasulullah diyen hiçbir Müslüman cehenneme girmesin” demiştir.

Yine Cihar-ı Yari güzinden, Peygamber Efendimiz (sav) Hazretleri’nin damadı ve Allah’ın arslanı Hz. Ali (kv) Efendimiz de, Rasûlullah (sav) Hazretlerinin manevi terbiyesi altında nefsin yedi mertebesini aşıp fenafillah makamına geldiğinde;

“Görmediğim Allah’a iman etmem”, demiştir.

Pirimiz Mevlana Celaleddin-i Rum-i (ks) Aziz Hazretleri, üstadının himmeti ile nefisin yedi makamını geçmiş, fenafillâh makamına geldiğinde;

“Hamdım, piştim, yandım”, demiştir. Buradan da anlaşılacağı gibi Mürşid-i Kamil zâtlar, Allah (cc) için yanıp kül olmuşlar. O’nun sıfatlarında yok olmuşlardır. Yine bir örnek verecek olur isek, Yunus Emre Hazretleri beytinde

“Taptuğun tapusunda,

Kul olduk kapısında,

Miskin Yunus çiğ idi,

Piştik Elhamdülillah”,

diyerek üstadı Taptuk Emre Hazretleri’nin himmeti ile nefsin yedi makamını aşmış, fenafillâh makamına geldiğinde;

“Yunus Emre’m, kâmil oldu imanın,

Hazreti Hakka vasıl oldu canın,

La mekân şehridir, senin mekânın,

Fenafillâh olduk, Elhamdülillah” demiştir.

Bu zâtların makamı, La mekan, La zamandır. Onlar, mekânın ve zamanın sahibi olan Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin iradesine girmiş, O’nda yok olmuşlardır.

Siirt’in Tillo ilçesinde bulunan, İsmail Fakirullah Tillovi (ks) Aziz Hazretlerinin manevi feyiz ve himmeti ile Hakk’a vasıl olan ve arkasında bizlere Marifetname gibi bir şaheser bırakan, İbrahim Hakkı Hazretleri de bu keyfiyete vardıktan sonra, Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin izni ile onsekiz bin âlemi müşahede etmiş ve şu ifadeleri kullanmıştır;

“Ben uzayın yollarını, Tillo Sokaklarından daha iyi bilirim” Görülüyor ki, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin seçilmiş bu kulları için fenafillâh makamına geldikten sonra uzaklık ve yakınlık söz konusu değildir. Zira Allah-u Teâlâ Hazretleri, böylesi zâtlar için Hadis-i Kutside;

“Ben bir kulumu seversem onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı, söyleyen lisanı ben olurum” buyurmuştur (Buhari).

Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri de, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin zâtında değil sıfatlarında yok olmuş ve Allah (cc)’ın Kur’an-ı Kerim de müjdelediği zümreye dâhil olmuştur. İtikâftan çıktıktan sonra, Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri’nin yanına Nevşehirlilerle gittiğimizde, orada bulunan cemaata;

“Oğlum Abdullah ile bu fakirin şekline şeytan giremez, rüyada kendisini görürseniz sahihtir” dedi. Yine 1982 yılında, rüyamda;

“Büyük bir cami, caminin üzerinde mahvel çıkıyor. Cuma namazı yahut ta bayram namazı gibi iki rekât cehri namaz kılınacakmış. O sırada:

─Mahmut oğlu Abdullah Gürbüz, seni Âdem (as) çağırıyor, dediler. Hemen koşa koşa merdivenden yukarı çıktım. Baktım ki, bütün peygamberler sıralanmışlar. Âdem (as)’ın sağında Rasûlullah Efendimiz, solunda İbrahim (as), diğerleri de soluna doğru sırayla duruyorlardı. Âdem (as) Efendimiz:

─Evladım Abdullah, aşağı in mihraba geç. Ümmet-i Muhammedi irşat et, dedi.

─Benim ilmim yok, hafızlığım yok. Bu kadar insan içerisinde, nasıl vaaz nasihat edeyim, dedim. Âdem (as) , bir Rasûlullah (sav) Efendimize baktı, tebessüm etti. Bir de İbrahim (as)’a baktı. Sonra diğer nebilere baktı. En sonunda, tek duran Şeyh Efendimize baktı. O da beyazlara bürünmüş, sıraya girmek üzereymiş gibi bir hali vardı. “Ahirete irtihali yakın” diye içimden geçirdim.

─Eyvah, Şeyh Efendinin de vakti yakınlaşmış, dedim. Âdem (as) üç defa aşağıya inmemi söyledi. Ben de itiraz ettim. Sonra Şeyh Efendi:

─Aşağı in, dedi. Üzerimde aniden yeşil bir cübbe, başımda da bir ağırlık oldu.Sarık mı yoksa başka bir şey mi, bilmiyorum. Mihraba geçtim. Mihraba geçince bende utanma ve mahcubiyet hâsıl oldu

─Ya Rabbi ben ayet bilmem, hadis bilmem. Bu insanlara nasıl konuşacağım, dedim. Kalbime teveccüh ettim. O sırada kalbime:

“Âdem (as), seni vazifelendirdi. Adem (as)’dan bahset”, diye İlham geldi ve Cenab-ı Zülcelal Hazretleri’nin;

“And olsun ki, biz insanı (Âdem’i) çamurun özünden yarattık, sonra Âdem neslini sağlam bir yerde bir nutfe (azıcık bir su) yaptık. Sonra, o nutfeyi kan pıhtısı haline getirdik, derken o kan pıhtısını bir çiğnem et yaptık. O et parçasını da kemikler haline çevirdik de, o kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratılış (can) verdik. Şekil verenlerin en güzeli olan Allah’ın şanı bak ne yücedir!..”.(Mü’minun/12,14), buyurduğunu ve daha sonra Adem (as)’a nefsin yüklenişini, Havva validemizin yaradılışını, Adem (as) ve Havva validemizin cennetin nimetlerinden istifade ederlerken şeytanın onlara;

“Ey Âdem, sana ebedilik ağacını ve son bulmayacak bir mülkü göstereyim mi” dediğini, bunun üzerine ikisinin de bu ağacın meyvesinden yediğini, hemen ayıp yerlerinin açılıverdiğini, üzerilerine cennet yaprağını örtüp kaçmaya başladıklarını, Âdem’in (as) Rabbine karşı gelip, şaşırdığını, sonra yine Yüce Yaratan’ın onu seçip tövbesini kabul ettiğini, ona doğru yolu gösterdiğini anlattım. Ardından, Allah (cc) şöyle buyurdu;

“Birbirinize düşman olarak, hepiniz oradan inin (cennetten). Artık benden size bir hidayet (Kitap ve peygamber) geldiği zaman, kim benim hidayetime uyarsa; işte o sapıklığa düşmez ve ahirette bedbaht olmaz.” (Ta-ha /122,123) Ayet-i kerimesi’nden de bahsederek, cennetten kovuluşunu, daha sonra Allah-u Teâlâ Hazretlerinin, insanlara tevhit inancını anlatması için göndermiş olduğu peygamberleri sırası ile İdris (as), Nuh (as), Hûd (as), Salih (as), Lût (as), İbrahim (as) ve diğer peygamberlerin hayatlarını kısa kısa anlatıyordum. Hatırlayamadığım yerlerde, gözümün önüne televizyon ekranı gibi görüntü geliyor. Oraya bakıp anlatmaya devam ediyordum.

Bu şekilde Enbiyaların hayatlarını anlattıktan sonra, Cenab-ı Peygamber (sav) Efendimizin, Cihar-ı yâri Güzin olan dört büyük halifenin ve Sahabelerin hayatlarını anlattım. En son Hazreti Ali (ra)’ın kardeşinden ve Peygamber Efendimiz (sav) Hazretlerinin zevcesi, Aişe-i Sıddık’a anamızdan, hadis hafızı olan Ebu Hureyre Hazretleri, Cennetle müjdelenen Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve birçok sahabelerin, Muaviye tarafına geçtiğini ve burada bir içtihat olduğunu ve nefis muhasebesi olduğunu anlattım. Allah nefsimize bırakmasın. Rasulullah (sav) Hz.leri;

“Ya Rabbi! Gözümü açıp, yumana kadar beni nefsime bırakma”,buyurdu ve bunu bizlere nefsin ne kadar şedid olduğunu bildirmek için söyledi, dedim. O sırada uyanmışım. Daha sonra rüyamı Üstadım Hacı Mustafa Efendi’ye anlattım.

─Maşallah evladım! Zaten Bilal Nadiri Hazretleri sana çok teveccüh etmiş, çok sevmiş. Nakib-i Nukaba makamına kadar getirmiş. Bundan sonra her yere ders verebilirsin. Çavuş, nakib görevlendirebilirsin. Üç tane hilafet yazdım. Piranlar mühürledi ama Rasulullah Efendimiz mühürlemedi. İnşallah ölmeden önce açıklayacağım, bayram yapacağız, dedi. Ben de kendisine:

─Aman Efendim bir şey istemiyorum! “İlahi Ente Maksudi ve Rızake Matlubi Ya Hazreti Allah” dedim. Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, yaşadığı sürece ömrünü, ümmeti Muhammedin irşat için sarf etmiş ve elinden geldiği kadar insanlara, Hak ve hakikati anlatmıştır.

─Zira Allah’a dost olmuş ve Peygamber (sav) Efendimizin varisi olan Üstadımız Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, bütün yaşantısını, Hz. Peygamber(sav) Hazretleri nasıl yaşadı ise o şekilde geçirmiştir. Peygamber(sav) Efendimizin Hadis-i Şeriflerinde buyurduğu gibi;

“Sizin en hayırlınız kulları Allah’a, Allah’ı da kullarına sevdirendir”, sözü üzere, Üstadımız da bu aşk ve neşe ile yaşı ilerlemesine rağmen seyahatlerine devam ediyordu. Yine seyahatlerinin birinde Nevşehir’e geldi. Akşam sohbet esnasında,

─Nevşehir’de bir güneş doğacak, bütün dünyayı aydınlatacak, herkes bundan istifade edecek, dedi. Bu esnada sohbette bulunan bir ihvan, Hacı Mustafa Efendi Hazretlerine, bir rüya anlattı:

─Efendim, rüyamda; Abdullah Ağabeyim dört yolun ortasında bir sofra kurmuş. “Allah rızası için oturun” diye çağırıyor. Bu davete uyan fazla kimse olmuyor, çoğu bakıp bakıp gidiyordu, dedi.

Hacı Mustafa Efendi Hazretleri;

─Evladım o sofraya nasibi olan gelir, nasibi olmayan gelemez. Bu dergâhta, bu fakirle, Abdullah Efendinin suretine şeytan giremez. O’nu gördüğünüz zaman o rüya sahihtir, dedi. Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, dergâhın ileri gelenlerini çağırdı, onlara;

“Bize tabi olmalarını” söylüyorlardı. İlk olarak Sivaslı Ali Efendiye;

─Hafızım, Arapçam var diye kibirli olma. Dergâhın sahibi Abdullah Efendi’dir. Ümmi olduğu için sesimizi çıkarmıyoruz. Fitne çıkmasın. Benim vefatımdan sonra eğer ona derviş olmazsan, mahşerde yakana yapışırım. Eğer O seni Allah ve Resulüne vasıl edemezse, sen de benim yakama yapış evladım. Onu hiç incitme, bana yaptığın hürmeti ona da yap, buyurdular. Vefatından üç ay önce yine Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.lerini ziyarete gittik. İstanbul’dan Ali Efendi gelmiş, "üstadımız hasta" diye onu içeriye almamışlar. Beni görünce:

─Sen müsaade ediyor musun? Abdullah Efendi, dediler. Yanlarında Mevlüt Efendi ve Memduh Efendi de vardı. Ben de

─İstanbul’un zakiri Ali Efendi mahrum kalmasın, onu da götürelim, dedim. Hacı Mustafa Efendi Hz.leri ikinci katta yatıyordu. Buram buram terlemişti, alnından öptüm. Tabi çok hüzünlendik. Üstadımıza yolcu alameti vurulmuştu. O anda üstadımız yanımdaki Ali Efendiye dönerek:

─Oğlum, Abdullah Efendiyi bırakma, Oğlum Abdullah Efendiyi bırakma, Oğlum Abdullah Efendiyi bırakma, dedi. O da üç defa:

─Olur, Efendim dedi. Orada bulunan Memduh Efendi de yaşanan hadiselere orada şahit oldu. Büyük bir üzüntü ile oradan ayrılıp tekrar Nevşehir’e geri döndük. Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hz.leri, kibar oturuşu, ayın on dördü gibi parlayan yüzünden, sakalından şule şule damlayarak akan nuru ile insanlara ışık tutan, tatlı ve güzel konuşmaları ve şefkatli bakışları ile o hep hatıralarda kaldı. Yaşantısı gayet mütevazı, eski bir evde geçti. Bir kızı ile bir de oğlu vardı. Oğlu, genç yaşta vefat etmişti. Zaman zaman oğlunun vefat hadisesinden bahsederek;

─Oğlum çok edepli idi. Kimsenin gözünün içine bakmazdı, dinine düşkün bir delikanlı idi. Evlilik çağına gelince evlendirdim. Zifaf gecesine girdiği akşam, karnına ağrı girdiğini söyledi. Hemen hastaneye kaldırdık. O akşam hastanede ruhunu teslim etti. “İnna Lillahi ve İnna İleyhi Raciun” diyerek Rabbimize teslim olduk, derdi.

1984 yılında Hacı Mustafa Efendi Hazretleri hastalandı. Bağırsak kanseri olduğu için çok ızdırap çekiyordu, sürekli uyuşturucu hap veriyorlardı. Yanına gittiğim zaman; Üstadımız Hacı Mustafa Efendi Hazretleri kendine gelip de, konuşmasın diye, daha fazla uyuşturucu veriyorlardı. Bunun sebebi Şeyhliğin Çorum’a kalması, başka yere gitmemesi idi. Oysaki Şeyhlik makamının, manen verildiğini idrak edemiyor, nefislerine tabi oluyorlardı. Nevşehir’den de Çorum’a gidip;

─ Efendim siz vefat ettikten sonra ne yapacağız diyenlere:

─Evladımız Abdullah Efendi seyri sulûk’unu tamamlamış kamil bir şeyhtir. O’nu bırakmayın o’nu incitmeyin, dedi. Allah razı olsun, onlar da bırakmadılar. Çünkü bizlerde Allah ve Resulünün yolunu tavsiye ediyorduk.

Abdullah Baba mürşid-i kamile tabi olma

MÜRŞİD-İ KAMİLE TABİ OLMANIN FAYDALARI

Üstadımız Hacı Abdullah Gürbüz (KS) anlatımı ile Mürşid-i Kamil e tabi olmanın faydaları

Kulun yüksek makamlara erişmesi, ancak şu iki şeyden birisi ile mümkün olur: Ya İlahi bir cezbe, ya da Sadıklardan olan şeyhlerden birinin elinde sulûk etmekledir. Hususi bir cezbe herkes için söz konusu olmayabilir. Fakat diğeri için bir engel yoktur. Bir Mürşid-i Kamil'in elini tutup hizmetine girildiği, emirleri tutulup canla başla çalışılmaya başlandığı zaman, derviş, sanki annesinden yeni doğmuş gibi olur. Artık Mürşid-i Kamil onun manevi babası ve terbiyecisidir. Allah'a giden yolda yegâne vasıtadır. Mürşid-i Kamiller kalp doktorlarıdır. Kötülüğü emreden nefsin hile ve desiselerine karşı geliştirdikleri metodlar ile kalpleri tamir etmede Allah onlara kabiliyet vermiştir. Kişi, dinin emrettiği farzları, vacibleri ve diğer hususları, bir fıkıh âliminden alıp öğrenebilir. Mesela İslam akaidini bir kelam âliminden ya da İlm-i Kelama ait bir eserden öğrenebilir. Ama kalbinde oluşan fırtınaları, Mürşid-i Kamil in vereceği bir reçeteyle durdurabilirsin. Alimlerin ihtisas alanları değişik değişiktir. Nasıl ki kalp doktoru, ameliyat doktorunun sahasına karışmazsa, bilginler de, kendi ihtisas alanlarını aşan hususlara girmezler. girmemelidir. Çünkü bu Fizik ilmi değildir. Din ilmidir. Bu bakımdan, asrın getirdiği birtakım tereddütler, kalplerde olumsuz etkiler meydana getirmektedir. Bu tereddütleri gidermek için, mutlaka bir Mürşid-i Kamile ihtiyaç vardır. "Efendim böyle bir zamanda bunlara ne gerek var!" denilemez. Gerçek saâdete, ilim ve amel bütünlüğü ile ulaşılır. Bu bütünlük, kalpte gelişmedikçe, bedene tesiri olmaz. Öyleyse, vasıflarını belirttiğimiz Mürşid-i Kamillere giderek, bu ihtiyaç giderilmelidir.

Asrımızın mana sultanı yolumuzun ışığı Mürşid-i Kamil Abdullah Baba (ks) Aziz Hz.leri Mürşidi Kâmile olan ihtiyacın önem ve ehemmiyeti hakkında şöyle buyurdular:

Bazı âlimler, ulemalar; "Kur'an'a ve sünnete bağlı olduğıı müddetçe ehli tasavvuf gibi yaşayanlarda Cenab-ı Ziilcelal Hazretlerinin evliyası olıır", diyorlar. Evet, doğrudur. Fakat bıı nadirattandır. Tarikata girenler ile girmeyenlerin arasındaki fark dağdaki olan meyveyle bahçede ki olan meyvenin arasındaki fark gibidir. Çünkü bahçede yetişen meyvenin bir bahçıvanı olur. Toprağını havalandırır, temizler, gübresini atar, suyunu verir, aşısını yapar. Çiçeklendiği zaman onun flitini verir, haşerelerden korur. Miimbit bir şey olur.

Ama diğer taraf da kendi başına zikreden, ne nefsi levvamede olduğunu bilir ne mülhimede olduğuıuı bilir.. O da meyvedir ama bu meyve kendiliğinden olur, sahibi olan meyve gibi olmaz. Doktoru olan hastayla doktoru olmayan hasta gibidir. Doktoru olan hasta ilaçlarla ameliyatla tedavi olur. Doktoru olmayan da sabır Allah sabır Allah der. O hastalığı çeker. Yine de Allah 'a dost olur ama çeke çeke gider. Mürşid-i Kamile bağlı olan ise sıhhatli gider.

Yunus Emre Hz.leri "Şeyhi Olmayanın Şeyhi Şeytandır" buyuruyor.

Bu sözün manası şudur: Müslüman eline bir mecmua alıyor, kalbin açılması için bin defa Ya Fettah çekeceksin ve yahut işinin olması için şu kadar esma çekeceksin diye okuyor. Bıı arada ruhi sııltani genişliyor ama bu seferde nefis ve şeytan daralıyor. Daraldığı içinde Allah 'ın varlığına birliğine şek şüphe yaptırmaya başlıyor. Aklı fikrine, fikride kalbine diyor ve konuşmaya başlıyor. Şeytan ve cin bu insana musallat oluyor. Onun için insana bir rehber gerekiyor. Bizlere Fıkıh ilmi ile ışık tutan mezhep sahibi büyük imamlarımız dahi bir Mürşid-i Kamile ihtiyaç olduğunu söylemiştir.

İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri, Bu mübarek, Murşidi kamil Cafer-i Sadık Hz-lerine intisap etmiş ve şu sözleri söylemiştir. "Ömrümün son iki senesinde, Mürşid-i Kamil Cafer-i Sadık Hazretlerine intisap etmeseydim, hüsrandaydım ", buyurmuştur.

Aynı şekilde, yine, mezhep sahibi olan, İmam-ı Şafi Hazretleri ve İmam-ı Ahmet bin Hanbel-i Hazretleri de, Ümmi bir zât olan, Mürşid-i Kamil Şeyban-i Rai (ks) Hazretlerine müntesip olmuşlardır.

Yine büyük Alim ve Müfessir olan İmam Şarani Hz.Ieri de Ümmi bir zât olan Mürşid-i Kamil Ali Havas (ks) Hz.lerine intisap etmiştir. Hem Mezhep imamlarımızda, hem de diğer büyük ilim sahibi imamlarımızda da tarikat'a sulük edenler çoktur. Çünkü Tarikat Şeriat'tan ayrı bir şey değildir. Beraberlerdir.

Hakikate ve MARİFETULLAH'a ulaşabilmek için ancak gerçek bir Mürşid-i Kamilin terbiyesinden geçmek gerektir.