Hz. Mevlânâ buyurur: “Kıyâmet günü; alacalı öküzler, yani kötü düşünceli kâfirler ve fâsıklar için korkunç bir kurban bayramıdır. O gün, öküzlere ölüm, mü’minlere ise bayram günüdür!”

[Ölümü bir bayram sevinciyle karşılayabilmek için, canı ve malı bu dünyada Hakk’a kurban kılabilmek lâzımdır. Fânî hayatında canını ve malını Hakk’a kurban edemeyen, ilâhî hakîkatlere râm olamayan, kulluk vazifelerini îfâ hususunda tembellik gösteren, haramlara koşan nefsinin boynunu vuramayan gâfiller için kıyâmet, korkunç bir kurban edilme günü olacaktır. Zira ölüm, herkesin karşısına, yaşadığı hayatın keyfiyetine uygun bir vasıfta çıkacaktır: Kimine bir bayram sabahı mutluluğu, kimine de kâbuslarla dolu bir azap yolculuğu... Bu sebeple ömürlerimizi, kulluk heyecanı ve âdâbı ile geçirmeye gayret edelim ki; âhiretimiz, ebedî bir bayram günümüz olsun. Yani asıl bayram; mü’minlerin fânî dünyadaki takvâ imtihanından muvaffakıyetle Hakk’ın huzûruna çıktıkları gündür. Nitekim

Hak dostları:

“Gerçek bayram yeni elbise giyene değil, Allâh’ın azâbından emîn olanadır.” buyurmuşlardır.]

Hz. Mevlânâ buyurur: “Ay, geceye sabrettiği için apaydın oldu.”

“Gül, dikenin arkadaşlığına katlanıp sabrettiği için, ona çok güzel bir râyiha ve lâtif bir renk nasib oldu.” [Çileyi yudumlamasını öğreten hikmetin başında “sabır” gelir. Çile, aşkın dostu ve yoldaşıdır. Çile ve iptilâlara tahammül, insanı olgunlaştırır.]

Hz. Mevlânâ buyurur: “Şems -kuddise sirruh- bana bir şey öğretti:

«Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin!»

Biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”

[Çile çekenin hâlinden, yine çile çeken anlar. Çilekeşin dostu, yine çilekeştir. Mü’min, mâtemlerin civârında, yalnızların yanıbaşında olmalıdır. Hadîs-i şerîflerde buyrulur:

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)

“Komşusu açken tok yatan kimse (kâmil) mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15)]

Hz. Mevlânâ buyurur: “Dostlarınızı sıkça ziyaret ediniz. Çünkü üzerinde yürünmeyen yollar, diken ve çalılarla kaplanır.”

[Enes bin Mâlik (r.a.) şöyle der:

“Resûlullah (s.a.v.) (s.a.), din kardeşlerinden birini üç gün göremezse, onu sorardı. Uzaktaysa onun için duâ eder, evindeyse ziyaret eder, hasta ise şifa dilemeye giderdi.” (Heysemî, II, 295)

Din kardeşlerinin ziyaretleşmeleri, birbirlerini arayıp hâl-hatır sormaları, küçük şeylerle de olsa hediyeleşmeleri, sıkıntı ve sevinçlerini paylaşmaları; hem Hakk’ın rızâsına hem de kardeşlik, dostluk ve muhabbet bağlarının kuvvetlenmesine vesîle olur. Bunun zıddına, ihmâl edildiğinde ve yeterince emek verilmediğinde ise, kardeşlik gülistânı târumâr olur; ihtilâf, ayrılık ve husûmet dikenleri ortalığı kaplamaya başlar.]

Hz. Mevlânâ buyurur: “Sağlık, sıhhat, âfiyet ve huzur çağında herkes dosttur. Ama dert çağında, gam vaktinde Allah’tan başka eş dost nerede!”

[Gerçek dostluk, zor zamanların dostluğudur. Fakat pek çok insan, iyi gün dostudur. Gerçek dostluk ise dostunun saâdetini paylaşmaya gönüllü olmak kadar, felâket ânında ıztırâbını paylaşmaya da gönüllü olmaktır. Yine gerçek dostluk, yâr olup bâr olmamak, yani dostunun yükünü çekip ona yük olmamaktır. Bolluk ve rahatlık zamanlarının dostluklarını sahici sanmak, büyük bir hatâdır. Çünkü pek çok insan, menfaatinin dostudur. Bu sebeple zorluklarla denenmemiş bir dostluktan emin olunamaz.]

Hz. Mevlânâ buyurur: “İnsanlarla dost ol. Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve halkı çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.”

[Sâlih dostlar edinmek, mü’min için tâlihlerin en büyüklerindendir. Zira nefis ve şeytan, kişiyi yalnız iken çok kolay aldatabilirken, sâlihlerle beraber olanlara kolay kolay yaklaşamaz. Bunun içindir ki hadîs-i şerîfte; “Toplulukta rahmet, ayrılıkta azap vardır.”buyrulmuştur. (Münâvî, III, 470)

Dolayısıyla hem sâlihlerle beraber olmak, hem de sâlihlerin bir ve beraber olması, toplumlardaki yozlaşmalardan ve mânevî erozyonlardan korunabilmenin en güzel çâresidir. Bunun aksine, sâlihlerden uzak durup fâsıklarla ülfet etmek de mânevî hayata zehir serpmektir. Zira İmam Gazâlî Hazretleri’nin buyurduğu gibi, fâsıklar ve gâfillerle zâhirî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür. Bu ise, insanın adım adım helâke sürüklenmesidir. Bunun içindir ki diğer bir hadîs-i şerîfte de:

“Yalnızlık, kötü arkadaştan daha hayırlıdır; sâlih bir arkadaş ise yalnızlıktan daha iyidir…” buyrulmuştur. (Hâkim, III, 343; Beyhakî, Şuab, 256/4993)]

Hz. Mevlânâ buyurur: “Bu seher benden ilham kesildi. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi. Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helâl lokmanın mahsûlüdür. Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse, bil ki o lokma şüpheli veya haramdır.”

“Nûr ve kemâli artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.”

[

Nitekim Hak dostlarından Süfyân-ı Sevrî -kuddise sirruhu-:

“Kişinin dindarlığı, ekmeğinin helâlliği nisbetindedir.” buyurmuştur.

Yine bir gün kendisine:

“–Efendim! Namazı birinci safta kılmanın fazîletini anlatır mısınız?” dediklerinde de helâl lokmaya dikkat çekmiş ve:

“–Kardeşim! Sen ekmeğini nereden kazanıyorsun, ona bak! Kazancın helâl olduktan sonra, hangi safta dilersen namazını orada kıl; bu hususta sana güçlük yoktur.” cevabını vermiştir.]

Hz. Mevlânâ buyurur: “Ameli olmayan hikmetli söz, ödünç alınmış süslü elbise gibidir; bunu böyle bil!..”

“Hâl ile öğüt veren, sözle öğüt verenden iyidir.”

[Nitekim Efendimiz (s.a.) de insanlara tebliğ edeceği hakikatleri evvelâ ve bizzat kendi hayatında tatbik ederek en güzel bir fiilî kıstas, mükemmel bir numûne-i imtisal olmuştur. O’nun hâli kāline, özü sözüne mutâbık olduğundan, sözleri gönüllerde tesir bereketine mazhar olmuştur. Zira ancak kalpten çıkan sözler muhâtabının kalbine kadar nüfûz edebilir. Gönülden gelmeyen, yaşanmayan, sırf dilin söylediği sözler ise bir kulaktan girip diğerinden çıkar, hâl ve davranışlarda hayırlı bir tesir hâsıl edemez. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ey îmân edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?!”(es-Saff, 2)]

Hz. Mevlânâ buyurur: “Öyle bir abdest al ki, hiç bozulmasın.”

[Bu dünyaya Hakk’a kulluk için geldik. Mâlûm olduğu üzere Kur’ân okumak ve namaz kılmak gibi kulluk tezâhürleri, abdestsiz olarak icrâ edilemez. Hiç bozulmayacak olan abdest ise, mü’minin son nefesine kadar kulluk şuurunu muhâfaza edebilmesidir.]

Hz. Mevlânâ buyurur: “Öyle bir namaz kıl ki, hiç bitmesin.”

[Bir namazın kılınma süresi takrîben on-onbeş dakikadır. Sonrasında ise kalbin namazdaki gibi muhâfaza edilmesi lâzımdır. Zira muhâfaza edilemeyen kalp gaflete dalar; bir zaman sonra fahşâ ve münkere / hayâsızlık ve ahlâksızlıklara doğru kayabilir. Hâlbuki hakkıyla kılınan bir namaz, kulu fahşâ ve münkerden alıkoyar. Demek ki ibadetlerin makbûliyetinin alâmeti, ibadetten sonraki hâlin de ibâdetteki gibi olmasıdır. Bu yönüyle Hak âşıklarının namazı dâimîdir, onlar her nefes Hakk’ın huzûrunda oldukları şuuruyla yaşamaya gayret ederler.]

Hz. Mevlânâ buyurur: “Âşığa beş vakit namaz yetmez. Beş yüz bin vakit ister.”

“Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?”

[Namazın en büyük lezzeti, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak ve O’nunla beraber olmaktır. Nitekim âyet-i kerîmede; “Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyrulmuştur. İbadetlerin mânevî zevki, maddî zevklerle kıyas edilemez. Nitekim tâcını-tahtını terk edip ilâhî aşk deryâsına dalmış olan İbrahim bin Edhem Hazretleri buyurur ki:

“İlâhî muhabbetteki vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.”

Nefsânî lezzetlerin alâmeti, tadılınca arzu ve hevesin sönmesidir. Mânevî lezzetler ise tadıldıkça daha büyük bir şevkle arzulanır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak’la gerçek bir mülâkat hâlinde kılınabilen bir namaza doyum olmaz. Bunun içindir ki Hak âşıkları namazdaki o vuslat hâlinin bitmesini hiç istemezler.]

Hz. Mevlânâ buyurur: “Ey kardeş! Sen, tefekkür ile hayat bulmalısın… Eğer tefekkürün gül ise, sen gül bahçesindesin. Tefekkürün diken ise, külhan kütüğüsün!”

[Akıl ve kalp, sürekli bir şeylerin tefekkürü hâlindedir. Fakat aklı ve kalbi dâimâ Hakk’ın râzı olduğu hususların tefekkürüne hizmetkâr kılmak gerekir. Zira makbul olan tefekkür, nefsâniyet bataklığından zehirlenen değil, rûhâniyet iklîminden feyizlenen tefekkürdür.

Nefsânî ve şeytânî hususların tefekkürü, insanı gaflete sürükler, nefsinin kölesi hâline getirir. Rahmânî ve rûhânî hususların tefekkürü ise, kalplere rikkat verir, ibâdetlerde huşûyu artırır, kulu nefsânî ihtiraslardan muhâfaza eder, sır ve hikmetler ikliminin seyyâhı eyler.

Nasıl ki bir arabanın deposunu benzin yerine suyla doldurmak, o arabanın motorunu ifsâd ederse, ruhları ihyâ edecek bir tefekkür iklîmine girebilmek için aklı ve kalbi mâlâyânî ile değil, hikmetle meşgûl etmek îcâb eder. Nitekim bayat ve bozuk malzemelerle doldurulan bir tencereden lezzetli bir yemeğin çıkması beklenemez. Bu sebeple, tefekkür dağarcığımız için lüzumlu şeylerle lüzumsuz şeyleri iyi ayırt etmeliyiz. Nitekim kurtuluşa eren mü’minler hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Onlar ki, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.”(el-Mü’minûn, 3)

Hadîs-i şerîfte de:

“Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, müslümanlığının güzel olmasındandır.”buyrulmuştur. (Tirmizî, Zühd, 11)]

Hz. Mevlânâ buyurur: “Dünya nimetlerle dolu olsa, fareyle yılan yine toprak yerler. Tahtanın içindeki kurt; «–Kimin böyle güzel helvası var!» der.”

“Eşek müşteri olup bir şey alacak olsa, elbette ham kavunu alırdı.”

“İnsana, aradığı şeye bakılarak değer verilir.”

[Temâyül ve yönelişleri, insanın aynasıdır. İnsan aradığı şeyi düşünüp hayâl eder, düşünüp hayâl ettiği şeyin arayışı içinde olur.

O hâlde dikkat: Neyi arıyoruz? Arayışlarımızın kıblesi dünyâ mı ukbâ mı? Hayallerimizin rotası nefsâniyet çizgisinde mi, rûhâniyet istikâmetinde mi?.. Unutmayalım ki saâdeti sefâlet çarşısında aramak, en büyük ahmaklıktır!..]

Hz. Mevlânâ buyurur:“Tohum toprağa düşse onun için «öldü» denebilir mi?..”

“Ölüm gününde tabutum götürülürken, bende, bu dünyanın dert ve gamı var sanma! Dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum zannetme!”

“Sakın ola ki, öldüğüm için bana ağlama! «Yazık oldu, yazık oldu!» deme! Eğer ben yaşarken nefse uyup şeytanın tuzağına düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır!”

“Cenazemi görüp de; «Ayrılık, ayrılık!» deme! Bilesin ki o vakit, benim ayrılık vaktim değil, (Rabbimle) buluşma, yani vuslat vaktimdir!”

“Beni toprağın kucağına verdikleri zaman sakın; «elvedâ, elvedâ!» deme! Çünkü mezar, öteki âlemin, cennetler mekânının perdesidir!”

“Batmayı, gözden kaybolmayı gördün ya, bir de doğmayı gör! Düşün ki, Güneş’le Ay, batıp gözden kayboldukları zaman onların nûruna bir ziyan gelir mi?”

“Bu hâl, sana; batmak, kaybolmak gibi görünse de, aslında doğmaktır, yeniden hayata kavuşmaktır!”

[Gerçekten de insan, maddî yapısı itibârıyla, önce bir tabiat unsuru olarak toprakta, bir müddet baba sulbünde, sonra bir süre anne karnında, nihâyet anne-babanın kollarında, bir zaman da ebeveynin kalbinde bir ömür sürer. Ardından, dünya beşiğinden kabir beşiğine tevdî olunarak, mezar, kıyâmet, cennet veya cehennem yolcuğuna çıkartılır.

Dolayısıyla ölüm bir yok oluş değil, yeniden dirilişin ilk adımıdır. Tıpkı ana rahmindeki bebeğin oradan irtibâtını keserek dünyaya doğması gibi, rûhun bu fânî âlemden kurtulup ebedî bir hayatın sabahına doğmasıdır.

İnsanoğlu orada dünyada yaşadığı hayattan hesâba çekilecek, bunun neticesine göre ya sonsuz bir saâdete kavuşacak ya da -Allah muhafaza buyursun- ebedî bir azâba dûçâr kılınacaktır.

Velhâsıl mü’minin vazîfesi, dünyada ölümden ürperip kaçmak yerine, ona hazırlanmak ve onu güzelleştirmeye çalışmaktır. Düşünmek gerekir ki, yüz yirmi dört bin küsur peygamber, sahâbe-i kirâm, sayısız evliyâullah, ölümü güzelleştirmeyi bildiler. Şimdi onlar, cennet bahçelerinden bir bahçe olan kabirlerinde kıyameti beklemektedirler. Bizler de ebedî saâdetimiz için fânî günlerimizi Hakk’ın rızâsına uygun şekilde geçirmeli, kendimize güzel bir kabir hazırlamanın değil, kabre güzelce hazırlanmanın gayreti içinde olmalıyız.]

Cenâb-ı Hak, ilâhî hikmet tecellîlerinden gönüllerimize hisseler nasîb eylesin. Cümlemizi, dünyaya geliş ve ukbâya gidişin hikmetinde derinleşebilen sâlih mü’minlerden kılsın.Âmîn!..

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Her insanda bir kalıp ve kıyafet görüyorsun. İnsanlık, o kalıp ve kisve ile değildir. İnsanlık; âlicenaplık ve diğergâmlıkladır. Sûret yeterli değil, asıl sîret (yani gönül âlemi) lâzımdır. İnsan; mârifet, fazîlet, (ince anlayış ve hassas gönül) sahibi olmalıdır. Bunlar olmadıktan sonra kırmızı-mavi boyalarla duvarlara yapılan sûretlere de adam demek îcâb eder. Bir insanda mârifet, fazîlet, merhamet, kerem ve ihsan olmadıktan sonra o adamla duvarlardaki resimler arasında ne fark vardır?”

[İnsanı insan yapan, onun zâhirî görünüşü değil, insanlık şeref ve haysiyetine yaraşır bir karakter ve şahsiyet sergileyebilmesidir. İnsan, hâl ve davranışlarıyla meleklerden üstün bir dereceye çıkabileceği gibi, bunun aksine hayvanlardan aşağı bir duruma da düşebilir. Bunun içindir ki hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

“Allah, sizin sûretlerinize (dış görüntünüze) ve mallarınıza bakmaz! Fakat sizin (ihlâs ve takvâ bakımından) kalplerinize ve amellerinize bakar.”(Müslim, Birr, 34)

Yine Cenâb-ı Hak, kullarına zâhirî ve maddî durumlarına göre değil, mânevî hâllerine göre bir kıymet verdiğini şöyle beyan etmektedir:

“…Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı en çok takvâ sahibi olanınızdır…”(el-Hucurât, 13)

Takvâ ise bedene değil, kalbe âit bir keyfiyettir. Bu bakımdan dış görünüşe ehemmiyet verip varlık, makam ve mevkîye sığınmak, rûhâniyeti zaafa uğratarak nefsi palazlandırmaktır. Hâlbuki insan, iç âlemini takvâ ile, davranışlarını güzel ahlâk ve sâlih amellerle tezyîn edebildiği nisbette Hak katında bir kıymet kazanır.

İslâm’ı lâyıkıyla hazmetmeden, rûhî incelik ve derinliğe varamadan, dindarlığı yalnız kılık kıyafet ve şekle hasredenler için Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:

[ Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil, Gönlün derviş eyleyen, hırkaya muhtaç değil!..]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Bulut, âb-ı hayat yağdırsa, yine de söğüt ağacından bir yemiş yiyemezsin. Çünkü söğüt ağacının meyvesi yoktur. (Kalp gözleri âmâ olmuş) alçak ve bozuk tabiatlı kimse ile vakit geçirme. Çünkü hasır kamışından şeker yiyemezsin.”

[Kalp körlüğü içinde olanların, ilâhî hikmetlerden nasip almaları ve bu nasibi sâlih amellere dönüştürebilmeleri mümkün değildir. İki gözünü iki parmağıyla kapatmış olan bir kimse, nasıl ki hiçbir şey göremezse, nefsânî bir şartlanma ve inatla, kalbi karanlık bir zindana dönmüş bir kimse de, en fecî idrak körlüğüne dûçâr olmuş demektir.

Bunun içindir ki ilâhî hakîkatler ışığında kendine bir istikâmet verebilmek, rûhunda bir cevher olanların kârıdır. Gökten âb-ı hayat yağsa, rûhâniyet mahrumlarına bir damla bile nasip olmaz. Tıpkı sert bir kayanın, üzerine düşen yağmur damlalarından istifâde edemeyişi gibi…]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Mide derdi olmasaydı hiçbir kuş tuzağa düşmezdi.”

[Başa gelen felâketlerin en büyük sebeplerinden biri de “ihtiras”tır. Mevlânâ Hazretleri de bu hakîkati şu teşbihle îzah eder:

“Nice balık vardır ki, su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.”

Dünya imtihanında insan da tıpkı bu misaldeki gibi pek çok olta ucundaki yemlere muhâtaptır. Yemi görüp içindeki tuzağı unutan gâfil ve muhteris kimseler, o yemin bir anlık lezzeti için kendini helâke sürükleyen balık gibidirler. Nefsânî arzularının esiri olup Rabbini unutan bir kul da bu hâldedir.

Velhâsıl nefsânî ihtiraslar, kalp gözünü perdeleyerek insanın hem dünyasına hem de âhiretine zehir saçar.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Yeni yetişen üzümün tadı ekşi olur, ama birkaç gün sabredilince tatlılaşır.”

“Sabır, önceleri insana zehir gibi görünür, fakat bunu huy edinirsen bal olur.”

[Sabır, büyük ve çetin bir imtihan mevzuudur. Sabrın dünyevî tarafı acı, fakat uhrevî tarafı ilâhî mükâfatlarla doludur. Cenâb-ı Hak en sevdiği kullarını âdeta çile çemberinden geçirmiştir. En ağır imtihanlara tâbî tutulanlar, peygamberler ve Hakk’a yakınlık derecelerine göre sâlih mü’minlerdir. Nitekim Allâh’ın Habîbi Efendimiz (s.a.v.);

“...Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım...”buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Hakîkaten, Efendimiz (s.a.v.) Kâbe’de namaz kılarken üzerine bedbaht müşrikler tarafından ağır deve işkembeleri atılmış, Tâif’te taşlanmış, yedi evlâdından altısını sağlığındayken kaybetmiş ve daha nice çilelere mâruz kalmıştır. Fakat Efendimiz (s.a.v.) bütün bunları büyük bir sabır, rızâ ve tevekkülle karşılamış, ümmetine bu hususta da en güzel örnek olmuştur.

Velhâsıl, kulun Rabbine yakınlığı arttığı nisbette, ilâhî imtihan tecellîlerine sabredebilme dirâyeti de artar. Hattâ Allah için çekilen bütün acılar tatlanır; külfetler nîmete, zahmetler rahmete dönüşüverir.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Kısmetine râzı olmayan kuldan Cenâb-ı Hak da râzı olmaz.”

[Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına ermek istiyorsak, evvelâ O’nun hakkımızdaki takdîrine râzı olmayı bilmeliyiz. Rabbimizle huzur bulmalı, O’nun beraberlik ve dostluğuyla mutmain bir gönle kavuşmalıyız. Hikem-i Atâiyye’de buyrulan:

“Yâ Rabbî! Sen’i bulan neyi kaybetti? Sen’i kaybeden neyi buldu?” hikmetini kalplerimize nakşetmeliyiz.

Zira gerçek bir kulluk:

–Hakk’ın takdîrinden memnun olabilme sanatıdır.

–Her zaman ve mekânda Allah ile dost kalabilme mahâretidir.

–Hayatın med-cezirleri, değişen şartları ve sürprizleri karşısında muvâzeneyi bozmayıp şikâyet ve sızlanmayı unutabilme hüneridir.

Nitekim, çile ve ıztırapları âdeta “hoş geldin” dercesine karşılayan Eyyûb (a.s.)’a Cenâb-ı Hak;“O ne güzel kuldu.”(el-Sad 44) buyurmuştur.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216)

Gaybı bilen, yalnız Cenâb-ı Hak’tır. Bizler, hâdiselerin derûnuna vâkıf olamadığımız için, zâhiren musîbet gibi görünen hâdiselerde de Cenâb-ı Hakk’a tevekkül ve teslîmiyet göstermeliyiz. Zira Cenâb-ı Hakk’ın sevip râzı olduğu kullar, her hâlükârda ilâhî takdîre râzı olabilen sâlih kullardır.

Resûlullah (s.a.v.) (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Kim akşam olunca (samimiyetle); «Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, nebî olarak Muhammed (s.a.v.)’den râzı oldum.» derse, Allah Teâlâ Hazretleri’nin o kulunu râzı etmesi üzerine bir hak olur.”(Tirmizî, Deavât, 13/3389)]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Avamdan bir zarar görürsen incinme. Çünkü onlar, ne mihnet, ne de rahat vermeye güç yetirebilirler. Dostun dostluğunu ve düşmanın düşmanlığını Allah’tan bil. Zira her ikisinin de kalbi, O’nun tasarruf elindedir. Her ne kadar atılan ok yaydan çıkarsa da, akıllı insan oku yaydan bilmez, yayı tutan kimseden görür ve öyle bilir.”

[Îman esaslarından biri de, hayır ve şerrin Allah Teâlâ’dan olduğuna inanmaktır. Cenâb-ı Hak ile kalbî irtibâtı sağlam olanlar, başlarına gelen müsbet-menfî her şeyin aslında ilâhî bir imtihan tecellîsi olduğunu bilirler. O tecellîlerde vâsıta olan sebeplere takılıp kalmazlar. Sebepten Müsebbib’e, fâilden Fâil-i Mutlak’a kalben intikâl ederler. Her oluştaki murâd-ı ilâhî’ye dikkat kesilirler.

Şâir ne güzel söyler:

Ne kahrı dest-i âdâdan, ne lûtfu âşinâdan bil,

Umûrun Hakk’a tefvîz et, Cenâb-ı Kibriyâ’dan bil!

“Ne kahrı düşman elinden, ne de lûtfu dostlarından bil! Sen işlerini Allâh’a havâle et ve her şeyin Cenâb-ı Kibriyâ’dan geldiğini bil!..”

Dolayısıyla başa gelen ilâhî takdîr tecellîlerinden aslâ şikâyetçi olmamak îcâb eder. Kâmil bir îman şuuruna sahip olanlar, ne zorlukta bedbin olurlar ne de varlıkta şımarırlar. Bilâkis dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın imtihan tecellîlerine sabrederek ve şükrederek her durumdan mânen kazançlı çıkmasını bilirler.

Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) muhtelif vesîlelerle sık sık; “Allâh’ım! Gerçek hayat, sadece âhiret hayâtıdır.” buyurmuştur. (Buhârî, Rikak, 1) Böylece -kahır veya lûtuf- hangi tecellî ile karşılaşırsa karşılaşsın, bunun kazanılması gereken ilâhî bir imtihan olduğuna dikkat çekmiştir.

Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.”(el-İnşirah, 5-6)

Yine Efendimiz (s.a.v.), çok sevdiği kızı Fâtıma (r.anhâ)’yı dâimâ takvâya, zühde ve istiğnâya teşvik etmiş, bu dünyadaki sıkıntılara katlanarak ukbâda ebedî saâdete ermeyi tavsiye buyurmuştur.

Bizler de felâket ânında da saâdet ânında da; “Yâ Rabbî, bütün bu imtihanlar Sen’dendir. Gerçek huzur ve saâdet âhirettedir.”deyip sabır ve şükürle râzı olmalıyız ki, Allah Teâlâ da bizden râzı olsun.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“İhsanda bulun, fakat başa kakma ki, yaptığın iyilik aslında kendinedir. Hayırlı bir iş yaparsan, sonunda ondan yine sen istifade edeceksin.”

“Hayır işlemeye muvaffak olduğun için Allâh’a şükret. Zira Hak Teâlâ seni lûtuf ve ihsanından boş bırakmadı… Seni hayır yolunda istihdâm ettiği için sen O’na minnettar ol.”

[Bütün nîmetler Allâh’ın lûtuflarıdır. O nîmetleri yine Allah yolunda hayra sarf edebilmek de Rabbimizin ayrı bir lûtuf tecellîsidir. Dolayısıyla Allah için hizmette bulunanlar, bu gayretlerinin, hizmet ettiklerinden çok, kendilerine fayda sağlayacağını unutmamalıdırlar. Hizmeti nîmet bilmeli; kimseden bir minnet beklemeden, şükür duygularıyla gayret etmelidirler.

Ali Râmitenî Hazretleri buyurur ki:

“Minnetle (başa kakmak sûretiyle ve teşekkür bekleyerek) hizmet eden çoktur. Ancak hizmeti nîmet bilenler ise pek azdır. Siz hizmette bulunma fırsatını ele geçirmiş olmayı bir nîmet bilir ve hizmet ettiklerinize minnettar kalırsanız, herkes sizden memnun olur ve şikâyetçiniz kalmaz...”