Hızır (a.s.)

Abdulkadir Geylani Hz.

HIZIR (A.S.) PEYGAMBERİMİZ ZAMANINDA NİYE YOKTU?

İlmini, irfanını, benliğini, bütün varlığını Hazreti Muhammed-ül Mustafa (sav) Efendimiz de yok ederek, irşat meşalesini, O’nun nurundan yakan Hadim-ül Fukara Abdullah Gürbüz (ks) Hz.leri; âlemlere rahmet olan Rasulullah (sav) Efendimizin feyiz ve aşkıyla kemale eren, rahmet madeni, ilahi hakikatler ve Rabbani ilimlerden membâı uçsuz bucaksız bir umman idi...

Ledün ilmi, Allah tarafından özel olarak verilen, yüce bir kuvvetin tecellisidir. Bu nurani ilim ancak takva sahiplerine ve salih amel işleyenlere layıktır. Ledün ilmi, Abdullah Baba (ks) Hz.lerinin tarifi ile birdenbire verilmeyip, lüzum ettikçe Allah tarafından kalbe ilham edilen bir ilimdir. Nitekim kendilerine rüyalarında irşat vazifesi verilirken, Rasulullah (sav) Efendimiz ile yaptıkları o muazzam görüşmelerinde, bunun böyle olduğunu belirtirler ki Üstadımız bunu şöyle anlatmaktadır:

“Bize manevi görev verileceği zaman, Peygamberimiz (sav)’e:

Ya Rasulullah! Benim ilmim yok. Ben bu ağır yükün altından nasıl kalkarım. Bu şerefli görevi ancak Ledün ilmi verilirse kabul ederim; dedim. Hz. Peygamber (sav) ise:

Evladım Abdullah! Ledün ilmi birdenbire verilmez. Lüzum ettikçe Allah tarafından verilir. Hem evladım Seni komutanların, başbakanların, âlimlerin, vaizlerin, bazı yüksek erkânın yanında, onların sordukları sorularına rahatlıkla cevap verdiren, konuşturan nedir? İşte bu Allah’ın izni ile İlmi Ledündür. Bu ilim, lüzum ettikçe hâsıl olur tamam mı evladım dedi.”

“Allah’tan korkun, Allah size öğretir.” (Bakara /182) Müjdesine mazhar olan, kendisine sırların anahtarları verilen Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.leri, Tasavvuf usulünce hakikatleri ve sırları gösteren, daima kalplerde bulunan sırlara vakıf, bir mana sultanı idi. Bulunduğu meclislere âlimlerden, müftü ve din adamlarından pek çok insan gelir, içinden çıkamadıkları konuları, merak ettikleri soruların cevaplarını alırlardı.

Bir gün Sivas’a giden Abdullah Baba Hz.lerinin sohbetine, Sivas merkez vaizi Mustafa Hoca Efendi de misafir olarak gelir. Orada her zaman ki gibi güzel bir gece ve gönüllere ışık olan maneviyat sohbetlerinden bir sohbet ikram olunur. Yaşanan olayı Ziya Bey şöyle anlatıyor:

Abdullah Baba Hazretleri, yine bir keresinde şehrimize geldi ve bir yerde ihvana sohbette bulundular. Bir müddet sohbet yaptıktan sonra: “Sorusu olan var mı kardeşlerim?” diyerek, sorusu olan kardeşlerimizin sorularını beklerken, bu esnada merkez vaizi olan misafir Hoca Efendi söz isteyerek:

Efendim, benim bir sualim var, dedi.

Abdullah Baba, bu kişinin bir âlim ve vaiz olduğunu öğrenince, ilime ve ilim adamına olan sevgi ve saygısından dolayı:

“Aman hocam, siz bir âlimsiniz, Ben ise ümmi bir kişiyim. Siz bizim sohbetimizi dinlediniz. Biz de sizin sohbetinizi dinleyelim” diyerek tevazu gösterdiler. Bunun üzerine vaiz Efendi:

Efendim, bana sık sık sorular soruyorlar. Biz de elimizden geldiğince cevaplamaya çalışıyoruz. Fakat öyle bir soru sordular ki ben bu sorunun cevabını vermekten aciz kaldım. Benim asıl niyetim bu sorunun cevabını sizin gibi ledünni ilme sahip olan bir zattan alabilmek içindir; diyerek sorusunu Abdullah Baba (ks) Hazretlerine tevdi etmek istedi. Efendim de soruyu sormasını istedi. Bunun üzerine Vaiz Hoca Efendi sorusunu sordu:

Kur’an-ı Kerim’de durumu anlatılan Hızır (as)’a, Allah-ü Teâlâ Hazretleri kıyamete kadar ömür verdiği halde, Peygamber (sav) Efendimizin yaşadığı Asrı Saadet döneminde niçin hiç ortaya çıkmamıştır? O kadar savaş olduğu halde hiçbir kıssada neden ismi geçmiyor?

Bu ilginç soru ve sorunun cevabı hakkında, orada bulunan herkes dikkatini büyük ölçüde, Abdullah Baba Hazretlerinin mübarek ağzından çıkacak cümlelere yöneltti. Abdullah Baba, bir müddet sükût ettikten sonra mübarek ağzından şu cümleler döküldü:

Muhterem kardeşlerim, Hızır (as), Kur’an-ı Kerim’de durumu anlatılan ve ilmi ledün sahibi olarak vasfedilen mübarek bir zattır. Musa (as) ile olan münasebetleri dolayısıyla, Peygamber olarak da değerlendirilir. Kendisi Asr-ı Saadet döneminin sahibi olan Fahr-i Kâinat Efendimizin doğumundan önce Allah-ü Teâlâ Hazretlerine şöyle niyaz etmiştir:

Ya Rabbi! Sen yüceler yücesisin. Evet. Ben, Senin ledünni ilim lütfettiğin bir kulunum. Lakin yakında ledünni ilim sultanı olan, Âlemlerin Efendisi Hz. Muhammed (sav) dünyaya teşrif edecek. Ben, O’nun döneminde ilm-i ledün sahibi olmaktan hayâ ederim. Ne olur Ya Rabbi, O’nun sağlığında benden bu ilmi al” diye dua edince, Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri, Hızır (as)’ın bu duasını kabul buyurdu.

Bunun üzerine Hızır (as), Mekke ve Medine çevresinde bulunan bölgelere yakın yerlerde, sakin ve uzlet haline uygun bir yaşayış sürdürdü. Nihayet Allah Resulü (sav) Efendimizin mübarek ömürleri tamamlanıp, o mübarek ruhu şerifleri Yüce Mevlamızın, yüce katına kavuştuğu zaman, Hz. Ömer (ra) Efendimiz, kılıcını çekip:

Kim Muhammed (sav) öldü derse, onun kafasını uçururum; diyerek müdahale edince, orada bulunan sahabeyi kiram arasında bir tedirginlik oluştu. İşte bu sırada Mescid-i Saâdet’in kapısında görünen bir kişi ayeti kerimeyi okuyarak:

Her nefis ölümü tadıcıdır (Hikmete bakınız ki, bu ayet Kur’an-ı Kerim’de üç yerde mevcuttur. Kur’an-ı Kerim Al-i İmran suresi ayet 185, Enbiya suresi ayet 35 ve Ankebut suresi ayet 57) diyerek üç defa orada bulunanları uyardı. Bunun üzerine Hz. Ebubekir-i Sıddık (ra):

Ya Ömer! Allah-ü Teâlâ Hazretleri bakidir. Muhammed (sav) ise fanidir. O Rabbine kavuşmuştur. Kılıcını kınına sok, Ya Ömer; diyerek, Hz. Ömer (ra) Efendimizi teselli ederek, büyük bir kargaşayı önlemiştir.

“İşte burada devreye giren Hz. Hızır (as)’dır. Bundan sonra da Ümmet-i Muhammed’i zaman zaman irşat etmektedir ve etmeye de devam edecektir” buyurdular.

Bunun üzerine merkez vaizi sormuş olduğu sorunun cevabını almanın büyük mutluluğu içerisinde, Abdullah Baba Hazretlerinin diğer sohbetlerini dinleyip; kendisine saygı göstererek büyük bir edep ile,

Allah-ü Teâlâ Hazretleri sizden razı olsun” diye dua edip ayrıldı.

Efendi Hz.leri ledünni ilme sahip bulunması münasebeti ile insanların cevap bulmakta aciz kaldıkları, kitaplarda bulunması zor olan meseleleri rahatlıkla cevaplar, sıkıntıya düşülen, çözümü bulunmayan konuları, Allah’ın izni ile sonuçlandırırdı. Bu, O’nun bahsedilen İlmi esrar sahibi olmasından ileri gelmekte idi.